Roman (Yabancı)

Asi Melekler

asi melekler 5ed44001c489c“Bir kez Asi Melekler’in büyüleyici dünyasına girdiniz mi, diyeceksiniz ki: ‘Vampirler mi? Vampirler kimin umurunda?’’’
People
Evangeline 12 yaşındayken annesi öldü, babası onu New York’ta Azize Rose manastırına bıraktı. Şimdi 23 yaşında, yeminine sadık bir rahibe. Dünyada en nadide melek resimlerinin ve “melekbilim” konusundaki en zengin kitap koleksiyonunun bulunduğu kütüphaneden sorumlu.

Rockefeller ailesinin sanat etkinliklerini, zengin ve tuhaf bir adam olan Percival Grigori adına araştıran sanat tarihçisi Verlaine’den gelen mektup, Evangeline’in hayatını kökünden değiştirecektir. Verlaine ve Evangeline, Tanrı’nın lanetine uğramış asi meleklerin soyundan olan Nefiller ile Melekbilimciler arasında yüzlerce yıldır süren kanlı bir savaşa katılmak zorunda kalacaklar. Bulgaristan’da bin yıl önce bir melek cesedinin bulunduğu gizemli Rodop Dağları’ndan Paris’teki Montparnasse mezarlığına kadar pek çok cephede sürmektedir bu savaş…

“Asi Melekler düşmüş eski melekleri modern dünyaya salıveriyor ve sonuç yıkıcı. Trussoni dikkatinizi açılış sayfalarından yakalayıp, gizemler kanatlanana kadar bırakmayan bir kutsal gerilim kitabı yazmış.”
Keith Donohue, Çalınan Çocuk’un yazarı

“Asi Melekler neredeyse halüsinasyon etkisine sahip. Yozlaşmış, psikolojik ve dini öğeleri zengin ve tuhaf bir tabloda kaynaştırıp, okuru gerçekliğin şokuyla yüz yüze getiriyor.”
Time

“Danielle Trussoni’nin Asi Melekler’i heyecanlı, harika bir okuma. Nefes kesici, aldatıcı ve –benzetmeyi bağışlarsanız– şeytanca iyi.”
Raymond Khoury, Son Tapınak Şövalyesi’nin yazarı

Şeytanağzı Mağarası, Rodop Dağları, Bulgaristan

1943 Kışı

Melekbilimciler vücudu incelediler. Bozulmamış, çürümemişdi; cildi pürüzsüz ve kâğıt gibi beyazdı cam gibi olmuş cansız gözler göğe bakıyordu. geniş alna ve yapılı omuzlara dökülen soluk bukleler, başın çevresinde altın renkli bir hale oluşturuyordu. Hiçbirinin teşhis edemediği beyaz, ışıldayan, metalik bir malzemeden dokunmuş kıyafetler bile ilk günkü gibiydi; görenler yaratığın, yerin yedi kat altındaki bir mağarada değil de, Paris’te bir hastane odasında öldüğünü sanırdı.

Meleği böyle korunmuş halde bulmak onları şaşırtmamalıydı. İstiridye kabuğunun içi gibi sedefli tırnaklar, geniş, düz ve deliksiz göbek, cildin ürkütücü saydamlığı ve diğer her şey tam da bekledikleri gibiydi; kanatların yeri bile doğruydu. Ama önlerinde uzanmış yatan şey, o zamana kadar ancak havasız kütüphanelerde. önlerine harita gibi açılmış XV. yüzyıl resimleri üzerinde çalıştıkları kimi için beklenmedik derecede güzel ve canlı gibiydi. Meslek hayatları boyunca bunu görmeyi beklemişlerdi. Hiçbiri kabul etmezdi belki ama, gizliden gizliye görmeyi bekledikleri şey bir canavar cesediydi; bir arkeoloji kazısında gün ışığına çıkarılmış bir kemik ve lif yığınıydı. Karşılarına çıkansa bambaşka olmuştu: Narin ve uzun bir el, kemerli bir burun, öpücük verir gibi donakalmış pembe dudaklar. Melekbilimciler vücudun çevresinde dolanıyor, beklenti içinde bakışıyorlardı. Sanki her an gözlerini kırpıştırarak uyanabilirdi.

Birinci Kat

Aklını gün ışığına

Çıkarmak isteyen,

Senin için bu sözlerim;

Her kira ki kurtarır kendini,

Dönüp bakmalıdır tekrar

Tartaros mağarasına,

Hangi mahareti getirirse yanında,

Kaybeder aşağı baktığında.

Boethius, Felsefenin Avuntusu

Azize Rose Manastırı, Hudson Nehri Vadisi, Milton, New York

23 Aralık 1999, 04.45

Evangeline güneş doğmadan, dördüncü kat sessin ve karanlıkken uyandı. Gece boyu dua etmiş rahibeleri uyandırmamak için usulca ayakkabılarını, çoraplarını ve eteğini toplayıp ortak tuvalde doğru yalınayak yürüdü. Uyur uyanık halde, aynaya bile bakmadan alelacele giyindi. Daracık tuvalet penceresinden, gündoğumu öncesinde sis çökmüş manastır bahçesine baktı. Kar altındaki avlu, çıplak dallarıyla birkaç ağacın sınırını çizdiği Hudson kıyısına kadar uzanıyordu. Azize Rose Manastırı, Hudson Nehri’ne o kadar yakındı ki gündüz, gözüyle iki manastır var gibi görünürdü; biri toprakla dururken diğeri suyun üzerinde hafifçe salınır, birinin görüntüsü diğerininkine karışır, bu yanılsama yazın geçen mavnalarla, kışınsa buzdan dişlerle bozulurdu. Evangeline, geniş ve kara bir kütle halinde beyaz kıyılara sürtünerek akan nehri izledi. Çok yakında güneş, suyu yaldızla bezeyecekti.

Porselen lavaboya eğilen Evangeline, yüzüne soğuk su çarparak bir rüyanın kalıntılarını duruladı. Rüyayı hatırlayamıyor ama üzerinde bıraktığı etkiyi çok iyi duyumsuyordu. Bir kehanet duygusu, düşüncelerine çöreklenmiş, onu açıklayamadığı bir yalnızlık ve karmaşaya itmişti. Hâlâ ayılmadan üzerindeki ağır pazen geceliği çıkardı ve tuvaletin soğuğunu iliklerinde hissedip ürperdi Beyaz pamuklu külotu ve beyaz fanilasıyla (toptan alınıp yılda iki kez Azize Rose rahibelerine dağıtılan standart çamaşırlardı) aynanın karşısında durdu ve kendisine alıcı gözüyle baktı, ince kolları ve bacakları, düz karnı, dağınık siyah saçları, göğüs tahtasında duran altın  madalyonuyla bu yansıma, uykulu bir genç kadına aitti.

Evangeline serinlikte tekrar ürperdi ve giysilerine döndü. Birbirinin eşi beş adet diz boyu siyah eteği, kışın giydiği yedi adet siyah balıkçı yaka kazağı, yazın giydiği yedi adet beyaz, pamuklu, kısa kollu gömleği, bir siyah yün süveteri, on beş takım beyaz iç çamaşırı ve sayısız siyah naylon külotlu çorabı vardı; gereğinden ne bir eksik, ne bir fazla. Üstüne bir kazak geçirip alnına siyah yemeniyi sıkıca bağladıktan sonra üzerine bir siyah örtü tutturdu. Çoraplarını giyip eteği bacağına geçirirken fermuar çekme, düğme ilikleme ve kırışık düzeltme işlerini tek ve istemsiz bir hareketle bitiriverdi. birkaç saniye içinde özel kişiliği gitmiş, Fransisken Sonsuz ibadet rahibesi Evangeline olmuştu. Tespilürü de alınca başkalaşım tamamlandı. Geceliğini tuvaletin bir ucundaki sepete attı ve gündüzü karşılamaya hazırlandı.

Rahibe Evangeline, eğitimini tamamlayıp om sekiz, yaşında yemin edeli beri, yani beş yıldır, sabah beş ayinini hiç kaçırmamıştı. On ikinci yaşından beri Azize Rose Manastırında yaşıyordu ve manastırı, çok sevgili bir arkadaşının huyunu bilir gibi tanıyordu. Binada sabah izlediği yolu adeta bir bilini dalı haline getirmişti. Katları inerken parmakları ahşap tırabzanlarda kayar, lastik tabanlı ayakkabıları sahanlıklarda yağ gibi ilerlerdi. Manastır o saatlerde sessiz olur ve mezarlıkların mavi gölgesiyle yıkanırdı, ama gün doğumuyla birlikte hayata geçer, arı kovanı gibi iş ve ibadetle uğuldar. her bir odası dualarla ve inançla ışıldardı Sessizlik biraz sonra dağılacaktı ve merdivenler, toplanma odaları, kitaplık, yemekhane ve onlarca yatak odası…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Şüphe Asla Uyumaz – Sherlock Holmes

Editor

Mahrem

Editor

Kol Manşetinde Notlar

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası