Aşk tek inandığım gerçek. Yaşamın anlamı. Bu kelimenin yerini tutacak, yaşama bağlayacak başka sihirli bir kelime var mı?
Bizi yüreklendiren, bizi bulutların üzerinde dolaştıran, özgürce yaşamaya iten, aşktan başka ne olabilir?
Aşk masalı! Belki de hayatım boyunca yaşadığım, yaşamak istediğim buydu. Bir aşk masalı! Buna bir isim bulamıyordum.
Çok güçlü bir aşk hikayesi ve aşk üzerine küçük bir el kitabı.
Elle
Bugünü anlatan, ultra keskin ve acı verici bir roman.
Sunday Times
Aşk, masumiyet ve yaşam üzerine ince bir roman.
Woman and Home
Büyük bir canlılıkla yazılmış..dar bir geçitte yürür gibi kalbiniz çarpacak.
Daily Mail
Dostluk, aşk ve vazgeçemediğimiz düşler üzerine sımsıcak bir hikaye.
Cosmopolitan
Zeki, orijinal ve hızlı bir çıkış.
Usa Today
Robbic hakkında bilmeniz gereken ilk şey; onun ölmüş olduğu.
new York’ta geçirdiği bir trafik kazasında öldü. Aylardan Şubattı. Bir öğleden sonra diyet kola almak için caddeden karşıya geçerken, ona bir arabanın çarpması sonucu bu dünyadan göç etti.
Tam bir diyet kola müptelayıydı. İçmeden duramaz, gözü hiçbir şey görmezdi. Caddenin karşısındaki büfeden onu bir an önce alabilmek için kendisini birden arabaların önüne atmış, trafik ışıklarına uymayı reddettiği için onların durmasını beklememişti.
İkinci bilmeniz gereken şcy; o gün ölümü soğukkanlılıkla davet etmiş olması.
Bir gün başına böyle bir şey geleceğine dair onu defalarca uyardığımızda, bizi umursamadığı gibi ölümü de umursa-mamıştı. Onu sözlerimizle bıktırıp usandırdığımızı sanmayın! Amacımız onun özgürlüğünü kısıtlamak değildi. Sadece aşın cesur olmasının, yaşamım riske atmak demek olduğunu ona hatırlatmak içindi. Ama tüm uyanlarımız boşunaydı. Çünkü dünyaya onunla aynı gözle bakmıyorduk. Bakamıyorduk. O büyümeyi reddeden biriydi. Olgunlaşmak, aklı başında davranmak, yaşamın kurallarına uymak, tedbirli ve düşünerek hareket etmek…….bütün bunların onun sözlüğünde yeri yoktu.
Böyle birine ama gerçekten büyümesi gerektiğini anlatmak, başlı başına ciddi, sorumluluk isteyen, çok zor bir görevdi.
Ama şu anda bana sorsanız, aynı şekilde düşündüğümden emin değilim.
Henüz on dokuzunda olmasına rağmen, yaşama çok geniş çerçeveden bakardı. Bütün yerleşik kuralları tepetaklak edecek kadar aykırılıklardan oluşan bir dünya görüşü vardı. Onun İçin kader denilen şey, aşk, cesaret ve kahramanlıkla yapılmış kocaman bir pastaydı, önemli olan, bize sunulan bu muhteşem pastadan yeterince büyük bir dilim alabilmesini bilmekti. Bir tabloya baktığında, ona yaşadığını dolu dizgin hissettiren, duygularını frenlemesine gerek olmadığını haykıran, tüm kuralları küstahça alt üst eden Michclangclo’nun sonsuzluğa odaklı olağanüstü sanatını görmek isterdi, Seurat’ın sadece önde belirgin şekilde duran ve sanki sonrasında kayda değer bir şey yokmuş gibi gitgide solgunlaşıp kesin hatlarla biten, sınırlı, aşın temkinli tarzı onu çok rahatsız eder, çileden çıkartacak kadar öfkelendirirdi. Onun için yaşam denilen şey, güzel resim yapmak gibi her kula nasip olmayan bir sanatı hakkıyla icra etmek demekti. Bunun adı yaşama sanatıydı. Bazıları buna doğuştan yetenekliydi. Onu sınırlamaksızın resme-dcbilmc gustosuna sahiptiler. Buna sahip olamayanlar ya da sahip olduğundan emin olamayanlar, bunu denemeye giriştiklerinde, doğuştan yetenekli olanların ruhunu yansıtmaları asla mümkün değildi…
Buna kendilerini zorladıktan takdirde, sonuç ortadaydı. Seurat’da olduğu gibi keskin ve bariz hadarla onu çerçeveliyorlardı. Bunlar resimlerindeki gibi, yaşamı da kalıba sokan, aşın kuralcı ve ruhsuz kişilerdi.
Oysa ki Robbie gibiler bir yere ayak bastiklarında, sanki İçinizde sönmek üzere olan bir ateşin birden parlayarak alev aldığını ve mucizevi bir enerjinin yükseldiğini hissederdiniz.
Onun hakkında bilmeniz gereken bir başka şey ise, toprağı alt üst edip, aşağıdakileri yüzeye çıkartma konusunda inanılmaz usta olduğu.
Perşembe gecelerini çatı karındaki etüt odasında şiir üzerine tartışmaya ayırmıştım.
Çeşidi meslek gruplarına mensup, edebiyata, şiire, sanata düşkün kişilerin yeteneklerini sunmalarına fırsat tanımak için, akademinin yeni açmış olduğu gece sınıfında edebiyat öğretmenliği yapıyordum. Bir değişiklik yaparak bu Perşembe gecesi onlara şarap ikram etmek istemiştim. Ama bunun ne kadar yanlış bir fikir olduğunu anladığımda, ne yazık ki iş işten geçmişti. Oysa ki onların cesaretini arttıracağını ve biraz olsun gevşemelerine yardımcı olacağını düşünmüştüm. Nitekim her hafta ezbere okuduğu Terk Edilmiş Ülke adlı şiiri yine okumaya karar veren Bay Hastings şu anda oldukça fazla gevşemiş görünüyordu, zil gibi sarhoş olmuştu. Ona göre okuduğu şiir tüm zamanların en iyi şiiriydi ve defalarca dinlememizde hiçbir sakınca yoktu. Ama herkes onun gibi düşünmüyordu. Hepsi onun duyduğu hisleri duymuyordu. Kimilerine göre bay Hastings in gözde şiiri, iddia ettiği gibi geniş ufuk çizgilerine sahip, cesur bir eser değildi. Cit Lit’i tepeden gören çatı katındaki etüt odasında, eski tip tahta sandalye ve sedirlere yayılıp daire oluşturmuş. Bay Hasringsın unutamadığı şiirini dinliyorduk.
Dışarıda durmadan yağan yağmurun damlaları, kirli pencere camlarına vururken, neredeyse bitmek üzereymiş gibi yanan odadaki florasan lambalarının sönük ışıklan, içerideki sıkıcı havayı daha da kasvetli hale dönüştürmüştü. Tiyatronun ve sanatın kalbinin attığı, dünyanın en ünlü sanat merkezi unvanını taşıyan Londra’daki kültür merkezinin tam ortasında yer alan akademinin en üst katındaki pencereden kuşbakışı bakıyordum. Aşağıdaki kimi dar, kimi daha geniş duran sokaklar, çevresinde çok sayıda eğlence ve gösteri merkezlerinin yer aldığı Covent Garden’ı, Kraliyet Tiyatrosu, Kraliyet Opera Binası, Lyecum tiyatrosu ve diğerlerinden ayıran küçük ara geçitler, buradan minyatür bir sanat şehrini izliyor hissine kapılmama neden olmuştu. Suare için tiyatrolara akın eden yoğun kalabalık, yağan şiddetli yağmurdan korunmak için aceleyle yürüyor, Wyndhans, Garrick ve Duke of York tiyatrolarını geçerek, sahne görevlileri ve koro kızlarının perde açılmadan son sigaralarını tüttürmek için kapı girişlerine çıktığı Va-udcville ve Adelphi tiyatrolarının bulunduğu, kalabalıktan neredeyse yürünmez hale gelmiş sıkışık sokakta hızla ilerliyordu.
Bay Hastings’de V harfine basma ve uzatma saplantısı vardı. Özellikle hayran olduğu bu vurgulamayı yaptığında, şiirin daha etkili olduğuna inanıyordu. Kendisini John Gielgud ya da My Fair Lady’deki fakir çiçekçi kız Eliza Doolittle’ı hanımefendi yapabilmek için ağzına çakıl taşı doldurup, düzgün konuşmayı Öğretmeye çalışan soylu İngiliz lordu rolündeki Rex Harrisonla özdeşleştiriyor olmalıydı. Bu eski moda akı-mı güncelleştirme konusunda özel bir çaba sarf ederken, hiç çekinmediği gibi, bayat ve tatsız olarak algılanmasına da aldırmıyordu. Dahası bunu yerli yersiz vurguluyordu. Onun için önemli olan bu garip tarzı ne pahasına olursa olsun gündemde tutmaktı. Onun bu ısrarcı tutumu ve azmi karşısında, bir ara bunun bir nedeni olması gerektiğini, belki de anlamamakta ısrar etmekte haksız ve hatalı olduğumu bile düşünmeye başlamıştım.
İşte yine okuyordu.
Nisan en zalim aydırrrrr.
Tüm canlıları ehlileştirinn
ölüler diyarının leylaklar açılırken,
Anılarımızı, arzularımızı da harekete geçirirrrrrr.
Nisan yağmurları onların kurumuş, duygusuz
köklerini sularrrr!
O sırada Clive Clarfelt’in kalın telli siyah saçları havaya dikilmiş, zamanın tahrip ettiği yüzü daha da gerilmiş, boşalan bardağını tekrar şarapla doldurma gereksinimi hissetmişti. Bunu gören Bay Hastings ona sert bir bakış fırlatmış, ama Clive onun bu gereksiz tutumuna karşı kendisini korumak gibi bir tepki vermeyip, sadece boş ve soran gözlerle bakarak, onu kızdıracak bir şey yapmadığını ifade etmekle yetinmişti. Onun bu vurdumduymazlığı karşısında daha da kızan Bay Hastings, bu kez güzel bakireyi hipnotize ederek, avını ele geçirmeye çalışan Kont Drakula’nın şeytani bakışlarına bürünüp, gözlerini kısarak sabit bakışlarla ona bakmış, bu bakışlar karşısında gerçekten ürken Clive köşeye sinmişti. Tekrar okumaya devam eden Bay Hastingsln rasgele vurgularla dolu biteviye ses tonu, içerdeki ısıyı daha da yükselterek, morfin etkisi yapmıştı. Kalp atışlarımız yavaşlamış, nefeslerimiz daralmış ……………….