Bir tünelde kaybettiği kocasının ardından iz süren bir kadın… Hakikatin peşinde kendini yeniden var etmenin serüveni… Bir belgesel için çıkılan iki kişilik yolculuğu tek başına sürdürdükçe kameranın yerine gözünü, ses bantının yerine belleğini yerleştiren kahramanımız, bütün sınırları bir bir ortadan kaldırır.
Yol aldıkça, yıllardır süren bir savaşın ortasında hayata tutunmaya çalışan gençlerin, kayıplarını arayan ana babaların belleğiyle karşılaşır. Kimi zaman yıkık kliseler, unutulmuş yatırlar, ıssız su yolları, isimler, efsaneler, rivayetler eşlik etmektedir ona yolculuğunda. Kimi zaman da değişen, dönüşen ‘yeni hayat’ın yeni ritüelleri. Ulaştığı her yeni mekan, tanıştığı her insan yüreğinde sakladığı sevgiliye dair başka bir anıyı ortaya çıkarır.
Giderek alemde her şeyle her şey arasındaki bağ görünür hale gelmeye başlayacaktır. Anılar belgesele, belgesel gerçeğe dahil olurken bir gün… Kocasının kaybolduğu Tinus tünelinin çıkışında onun kullandığı kameranın bulunduğu haberini alır…
DÖN
… Biz;yeniden çöllere dönebileceğiz. ve vahiylere kulak vereceğiz, savanlar,
göller ve akarsular arılıklarıyla bizi çağıracak Elmaslar kayaların içinde
kalacak ve parlaklıkları hepimizi aydınlatacak, balta girmemiş ormanlar,
bizi düşüncelerimizin karanlık ormanından çekip alacak, düşünmeye
ve acı çekmeye son vereceğiz; bu kurtuluşum ta kendisi olacak.
Ingeborg Bachmann / Malina
‘Neyin peşindesin?’
Boğuk bir ses… Yakıcı. Uzak, boz tepelerde yankılandı… Ağzından kükürt ve duman çıkaran aslan heykellerine çarpıp ulaştı kulağıma… Bir kanını, karsı tepelerden. Yabani otlar dalgalanıyor. Uzandığım balkonların ahşap panjurlarını yer yer kurt kemirmişti. Ağaç kökleri kupkuruydu. Neyin mi… Peşindeyim…
Çorak bir ruhun… Kocamış, porsuyup içine kapanmış bir ruhun. Belki… Bilmiyorum. Dallarını pencerelerden, kapı ve bacalardan içeriye doğru sarkıtmış. Solgun, köhne ruh… Sığdıramadığı kanatlarıyla.
Kimsenin uğramadığı, uzun süredir yaşamasız bırakılmış evleri, bir meşe dalı ya da ceviz ağacının yeniden hayat verdiği odaları doldurdu bu sözler. Sonra şu ana çengelini geçirdi ve aynı soruyla hayatın tüm tellerini titreştirdi yine: ‘Neyin peşindesin?’
Sesin sahibi soğuk, sivri uçlu bir nesneyle kakmaya başlıyor sırtımı. Çakı, bıçak… Galiba tabanca. Bacaklarım titriyor. Bir elektrik akımı verilmiş gibi, tekrar kıpırdıyor uyuşuk ruh. Her şeydeki ruh… Direnecek. Sesin sahibini tahmin etmeye çalışıyorum. Fakat haftalar önce bambaşka bir yerde dokunduğum kapı tokmakları geliyor gözümün önüne. Oymalı, kıvrımlı… Sağlamdı çoğu. Ama kapıların kanadı aralık kalmıştı yıllardır.
Usulca dökülüyordu sıva. Duvarlarından, gösterişli sütunlarından geçmişin.
Bitişik evlerde damdan dama allayan çocukların sesi kulağıma geldi. Nefes bile alamazken belleğimin podyumundaki kelime geçidine engel olamıyorum.
Yorgun kapılar. Tavanda çatlaklar. Ve bir kabartı sırtımda. Kıskıvrak yakalanmış olmanın getirdiği çaresizlik beni uysallaştırmış olmalı. Duruyorum. Öylece… Hiçbir şey yapmıyorum. Birazdan hava kararacak. Yaz geceleri soğuk olduğu için, kömür sobaları yanacak evlerde. Saç tellerim şiddetlenen rüzgârda uçuşurken, sırtımdaki tehdit giderek zayıflayacak… Çırpın mayan bir rehineyle ne yapacağını bilmeyen acemi biri rerikçım. Gevşetecek ablukayı.
Beni kendisine doğru döndürüyor nihayet. Kömür gözlü, uzunca saçlı, üzerinde beyaz bir tişört var. Çok genç. Elinden geldiği kadar acımasızca bakmaya çalışıyor. Bense ondan bir zarar gelmeyeceğini anlıyorum. Belki henüz kendisi dahi bunun farkında değil. ‘Peşinde olduğun ne? Kim?’
Soru cümlesini değişrirmesi bir işe yaramayacak. Boğuk sesine otoriter bir ron karmaya çalışıyor. Boşuna. Ondan belki otuz yaş daha büyüğüm. Yalnızca korkutmak istiyor. Ağzımdan laf
Tek başıma buralarda gezinmemin nedenini soruyor şimdi. Kimse bizi duymuyor. Belki yalnızca şu ilerki mezarlıkta yatan bazı ölüler. Mermer. Ve birkaç kedi. Arabamı fazla pahalı bulmuş, içinde ne olduğunu merak ediyor. Ama asıl, benim sivil giyimli bir yetkili olmamdan korkuyor. ‘Sen kimsin peki’ dememe kalmadan ‘daha anlamadın mı diyor. Anlamadım. Terörist, gerilla, belki korucu. Çere üyesi ya da profesyonel tetikçi. Alelade bir hırsız ya da. Dediğine göre burası onun bölgesiymiş. Her şeye burnumu sokuyormuşum. Günlerdir buralarda geziniyor, bilgi topluyormusum. Bir an önce bu mıntıkayı terk etmezsem, başıma neler geleceğini rahmin bile edemezmişim. Silahını yeniden kaldırıyor ve bir cevap istiyor benden. Doğru ya da yanlış, dudaklarımın arasından çıkacak her yanıta tarzı. Onun rahakkümüne boyun eğmem yeterli olacak.
‘Kocamı arıyorum’ dedim, olağan bir şey söyler gibi. Bir serçe telaşla havalandı otların arasından.
‘Haftalar önce kayboldu. Çevlik bedesinde, Titus tünelinin orada. Herhalde oraları da senin sorumluluğuna girmiyordur? Kömür gözlerini kırpıştırmaya başladı. Kamyonete doluşmuş kalabalıklar geçiyor uzaktan. Pamuktan, kayısıdan… Mevsimlik işçiler. Ten renkleri, beden dilleri birbirine karışmış onca insanı alınları terli, elleri iltihaplı. Kargacık burgacık hayatlarına doğru… Bazıları yolda aşırı yüklenme yüzünden devriliyor, bazı kamyonların lastiği patlıyor, istif halinde üst üste yığılıyor vücutlar… Kimi geri taşınıyor bu kez, sedyeyle morglara. Senin kaybolduğun ilk gecenin sabahında, kasabanın morgunda karşılaşmıştım bazı işçilerin yakınlarıyla. Genç adam, verdiğim cevaptan erkilenmiş görünmüyor. Beyaz tişörtünün ucuyla parmaklarını siliyor, silahını beline yerleştiriyor. Gözlerini kaçırıyor durmadan, işaret parmağında kocaman bir yüzük. Şeklini tam olarak seçemediğim… Belki de inanmadı söylediklerime. Gözüm tabancaya takılıyor. O da kurusıkıdır diye geçiriyorum içimden… Uzakta, köyün Öte yanından bir tabancı sesi duyuldu. Bak, bu gerçek işte! Havalandı can havliyle kuşlar. Tam bu sırada küçük bir çocuk sırtımdaki çantaya asılmaya başladı.
Nereden çıktığını anlayacak kadar bile vaktim olmamıştı. Yapıştım çantama. Yüzünün yarısını bandajla maskelemiş bu çocuğu genç adam getirmiş olmalıydı, ikinci aşamada devreye sokmak üzere. Kimliklerimin, kanıtlarımın ve en önemlisi seninle aramdaki en somut bağlantı olmaya aday cep telefonumun elimden alınacak olması karşısında sert ve anî bîr repki vermiş olmalıyım. Karşılıklı olarak çantamı bir süre çekiştirdik… Sonunda hakimiyeti ele geçirdim.
‘Hadi bakayım, uzaklaş burdan!’
Bunun üzerine oğlan arkasına bakmadan toz oldu. Engebeli arazide, geldiği gibi aniden, çalıların arasında yok etti kendini. ‘Kuru sıkı’ delikanlı da sırra kadem bastı onunla birlikle! Uzaklaşan ayak seslerini dahi duymadım. Beceriksiz bir baskına uğramıştım ama titremem geçmiyor çabucak. Dikilmeye devam ediyorum durduğum yerde, insan kemikleri, yamaçtan dışarı fırlamış ağaç köklerine takılı duruyor öylece. Solucan yuvası gibi burada hakikat, görmek için eğilip aramam gerek.
‘Üzülme, Toprak her şeyi barındırıyor’ derdin bana şimdi yanımda olsaydın. ‘Neyi barındırıyor ki kurumamış kan dışında’ derdim biraz da diklenerek. Şöyle derdin: ‘Toprak da tanıklık edecek. Toprak bizim hammaddemiz.’ Gözlerine bakardım, boynunun altına, kulağının arkasından bir öpücük kondurmak, ılıklığını duymak isterdim o zaman. Tutardım kendimi. Kemiklerin birbirine ekleneceğini, parçalanmış, ezilmiş uzuvlarımızın tek komutla bir araya geleceğini, tuptaktaki canlılara besin olan tenimizin tektar gözeneklerine kavuşacağını düşünürdüm. Karıncanın, takımyıldızların, peri bacalarının, insan tozunun elbirliğiyle katkıda bulunduğu başka gerçekleri…
Yeniden genişlemeye başlıyor içimdeki uzay. Rüzgâr havalandırıyor saçlarımı. Beni yorgun göklerin altında bir ok gibi dimdik toprağın bağrına saplayacak. Arabama doğru yürümeye başlıyorum usul usul.
Aşağıda, bir başka köyün yakınında, baraj golünün yamacındaki kaya mağaraları, dehlizler bana sesleniyor. Binlerce yıldan. Saklı bir hayat sürüyor burada kayalar. Mezarların üzerindeki odar yan yatmış. Kırık cam şişeler. Titreyen gölge. Adı sanı bilinmeyen ölülerin gölgesine basmamaya gayret ederek ben de boşluğa sesleniyorum. Ey dünyanın bütün saatlerinin durduğu yer. Toprak, söyleyeceklerini büyük bir suskunlukla içine atıyor durmadan. Daha yukarıda, peygamberler makamından serin bir esinti… Diriltiyor hatırdanım. Akış ritmini yeniden buluyor saatler. Huzura kavuşmamış bazı anıları da sürüklüyor peşi sıra. Adamlarıyla birlikte cumhuriyetinl ik yıllarında devlete isyan suçuyla apar topar idam edilen şeyhi almak için köyüne gelen jandarmaların ayak seslerini işitir gibi oluyorum. Rüzgâr şimdi belleğimin tozlu bahçelerini havalandırıyor. Kulaklarımda bir uğultu, ihtiyar tasla çatlaklar… Sonsuzluğun son ışıltıları… ‘Toprak ateşi söndürecek’ diyorum sana içimden. Toprak ateşi
27 Haziran,
Dün Eğil tarafından şehre döndükten sonra, arabayla tırmandım dağ yolunu. Öğleye kadar güneybatı yönünde durmadan ilerledim. Birlikte gelmeyi planladığımız yerlerdeyim yeniden. Her şey kararlaştırdığımız gibi gitseydi bugün Urfa’ya doğru, Göbekli Tepe’ye gitmek üzere ağır ağır yola koyulacaktık. On iki bin yıl öncesinden kalma bir tapınak vardı orada. Ve üzerine hayvan şekilleri işlenmiş onlarca dikilitaş. Hakikat Ruhu adını verdiğimiz belgeseller dizimizin sonuna yaklaşmıştık. Dört yıldır çalışıyor, yabancı ortaklarımız bütçemize katkı yapmasına rağmen, bir türlü çekimleri sonlandıramıyorduk. Güneş biraz yüzünü gösterdiğinde iki dağ arasında ot satan çocukların önünde arabayı durdurdum. Sarp kayalıkları aşarak çıkmışlardı otoyola. Akşama dek bekliyor, geçen her arabaya bakıyorlardı.
Hâlâ oradalar. Suratlar kavruk. Kalın kaşlar… Beklemek büyütüyor. Uzuyor mesafeler. Hayatı bîr yay gibi geriyorlar ellerinde, yüzleri çoktan kocamış. Eskiden kalma üç beş ağaca ve bir kuyuya bakıyorlar. Birtakım eski ritüeller ve bilinmeyen yazılar taş tabletlerinde. Çağlar öncesine ait sırlarla kaplı her yan. Belki hâlâ aynı harfin çocuklarıdır. Dış görünümleri tasvir ermeye elverişsizken, içleri en şeffaf haliyle görünüyor, içlerinde yeri asla başka bir biçimde doldurulamayacak bir şey var. Eskimeyen, yenilenmeyen… insanlığın bütün yaşlarını yüklenmişler bu çelimsiz gövdelerinde.
Dağ yolunda bir minibüs dolusu genç adamla aynı çay bahçesinde mola verdim. Ak saçlı ihtiyarlar gibi yorgundu bakışları. Yüzlerinde dünyanın bütün dövüşçülerine söz geçirebilecek denli cüretkaı bir ifade. Çekinmem için yeterliydi ama ısrarla kalakaldım. Dağın ardındaki boşluğa bir duvar örmeye başlamışlardı çelik gibi sert elleriyle. Kendi öykülerinden kaçan genç adamlar…
Rengârenk video klipler eşliğinde başkalarını yaşamasız bırakmaya davet ediliyorlardı durmadan… Seninle son günlerimizde Samandağ’daki bir köyde yaşlı çınar ağacının altında on yıllardır oturmakta olan ihtiyarların hikâyesini dinlemiştik. Sessiz, bit kederle anlatırken nasıl da çocuksuydu yüzleri. Mahcup olmuştum. Buradaki çocuklarla gençlerin yüzündeki yetişkinlik de böyle rahatsız etti beni. Nereye gittiklerini biliyorlar mıydı… Gelecek için kurdukları hayaller etraftaki bütün dalları tutuşturuyordu. Alev yayılıyordu yarınlarına.
Ben nereye gidiyordum…
Suratlarına çaktırmadan baktım. Bir türlü yok olamamanın getirdiği yaşama arzusuydu belki gördüğüm. Hiçliğe duyulan özlem. Belki bir varolma onayı. En yaşamsal çelişki buydu; kendilerini ve başkalarını imha ederek varolduklarını kanıtlamak zorunda kalacaklardı bir gün. Bu uğurda kazandıkları her ‘zafer’, can ile olan ilişkilerini çürütecekti. Zorbalığın alt sesindeki kibir, bırakmayacaktı yakalarını. Kendi kendilerine yapacakları zulmün gölgesi düşmüştü yüzlerine. Genç adamlar, evet. Kendi öykülerinden kaçan…
Yağmur şiddetlenirken ürperdim, kalkmaya yeltendim. En nazik sesiyle, “ablama bit kahve yaptırayım mı’ diye sordu çay bahçesini işleren delikanlı. Bana sahip çıktığı için memnundu. Hayır diyemedim, kaldıkça kaldım.
Ağacın dibindeki çeşmeden abdest alışını izledim bir babanın. Yüzüne ve başına değen su buz gibiydi, ‘bismillah’ diye diye kollarını, bileklerini, kulaklarının arkasını usul usul ovalarken temizleniyor, arınıyordu. Bu sarp kayalara, bu yabani sıradağlara çarpıp bilinmedik yerlere düşüyordu dualar… Gençler sessizce, neredeyse bir karıncayı bile ürkütmeyen en narin adımlarıyla minibüse doluştuklarında, onların iyice uzaklaşmasını bekledim- Onların gözü önünde iz sürmeye cesaret edememiştim.
1 Temmuz. Antep yolundayım. Sen Samandağ’daki Titus tünelinde kaybolduğundan beri bir ay, bir gün geçmiş. Günler ve haftalar giderek uzayan kavuşmamızı bekleyen yolcular oldu
Uykusuz bir sabah daha. Yılın en uzun gündüzleri. Bir basdönmesi nöbetine tutuldum. Yeryüzü başka bir yer artık, gökyüzü başka göklerle dolu. Ters döndü ağaç. Kökü yukarıda, dallan yerin altında. Bütün köıü anılarımı gömüyor, örtüyor sessizce. Uzun zamandır onarılmayı bekleyen bir sokak lambası gihi, karanlığıma alışmaya çalışıyorum. Terk edilmiş tarlada başıboş kalmış bir korkuluğum, kargalarını özleyen. Gecenin içinde geceler açılıyor. Toz birikiyor, zerre dağılıyor, kabarcıklara basıyorum bazen… Uğradığım köylerde uçuşan kuru yaz renkleri. Bazen hüzünlü bir türkü duyuyorum, bir ağacın altından. Sanki dünya bir uçan halının üzerinde uzaklara doğru yol alıyor seni yitirdiğimden beri.
Geçici baharlar, emanet yazlar…
Hakikat Ruhu’nun çekimlerini bitirip dönecek ve bazı bölümlerinin kabası bitmiş olan montajını tamamlayacaktık seninle. Ortaklarımızın katkıları ve sözleşmelerimiz, projeyi belli bir sürede tamamlamayı zorunlu kılıyordu. Şimdi istanbul’a tek başıma dönecek cesaretim yok. Kabullenilmemiş bir kayıp; yokluğun…
Tarlada çalışan cam gözlü kadınları selamlıyorum arabamdan. Işığını yansıttıkları dünyanın donuk gerçekliğine katlanmaya çalışıyorlar. Rengârenk örtüleriyle başakların arasındalar. Diğer kadınlar da dışarıda. Ev içlerinin ağır, sert ikliminden kaçmışlar. İçerideki şimşeklerden, vücutlarına inen yıldırımlardan infilak etmiş, dışarıya sığınıyorlar. Görünmek istiyorlar. Zamanı durduran, havayı kurutan, suyu katılaştıran bir ısrarla, görünmek… Rüzgârlara dayanıyorlar bazen. Eriyor asfalt. Boz, kuru toprak. Bazen tek başına bir servi ya da kurumuş dallarıyla bir ağaç. Kuzguni taşlar. Ve sonra göz alabildiğine gökyüzü… Toprağın ürerinden cılız bir su akıyor. Arabayı durduruyorum, motor çalışıyor hâlâ. Su yolunu izleyerek kuraklığın ortasında açık kalmış bir çeşmeye ulaşıyorum yavaş adımlarla. Kimsenin olmayan çeşmeden oluk oluk akıyor su. Herkesin suyu. Toprağın… Eğilip altına uzun uzun tutuyorum başımı. Bütün sensiz kalma nedenlerimi akıtıyorum iyice. Yüzüme defalarca çarpıyorum suyu. Çapaklanan güzlerimi temizliyorum. Örtse benim hatalarımı, zayıflıklarımı, baştan aşağı örtse. Seninle bir Karadeniz yaylasında yüzlerce metreden akan suyu gördüğümüzde, dünya dürt bir yanından yeşil dağlarla kapanmıştı. Üzerimize düşecek gibiydi vadiler Gökyüzü tavanda bir delik kadardı. Bulutlar ve [aş. Aşağıya doğru gidiyordu. Düşüş halindeydi her şey. Havada sallanan ağaç kökleri, çay toplayan kadınlar… Hepsi!
Karakışta iki bin metreden akarken donmuş bir suya rastladığımızda, kar sessizliğinde elektrik tellerinden yüzlerce metre aşağı düşen kartoplarının çıkardığı sesi dinlemiştik.
Şlıp… Şlıp… Plop!.. Şlıp… Şlıp… Plop!..
Hafif rüzgârda tozan kar tanelerinin altında donmuş bir su. Zamanı durduran… Bir buz yanığı gibi, tende iz bırakıyordu. Bütün bir ömürde… Bazen de gök, başımızın üzerinde alabildiğine genişlerdi. Rüzgârın sesi, kuru soğukta kulaklarımıza henüz işitilmemiş kelimeler taşırdı.
Nice suya daldık. Vardığımız burunlar, koy ve körfezler, yarımadalar biz« öykülerini anlatırdı. Eskiden olmuş, ama mutlaka yeniden olacak depremleri, fay kırıklarını, volkanik patlamalar….