Roman (Yerli)

Babamdan Sonra

babamdan sonra 5edbb23c7a326Eserleri yıllara meydan okuyan yazar Ahmed Günbay Yıldızdan hayata dair yepyeni bir roman; Babamdan Sonra… Genç Muhsin, babasının ısrarı ile hiç aklında olmayan biriyle evlendirilir. Hayatı boyunca bunu bir haksızlık olarak gören Muhsin, askere gider ve bu yüzden bir daha eve dönmez. Ardında bıraktığı eşi ve çocuğuna karşı bir vicdan yükünün altında içten içe ezilirken, ikinci evliliğini gerçekleştirir. Eşler arasında din farklılığı olan bu evlilikte bir oğlu olur Hayat artık Muhsin için kambur üstüne kamburdur Muhsin ne gidebilmiş ne kalabilmiş ne de bir yere ait olabilmiştir O, bir öfke uğruna hayatını sil baştan yaşamaya çalışmış, geçmişini reddetmiş ve tam da bu yüzden kaybolmuş bir adamdır Baba oğul ilişkisinin birey üzerindeki hayati etkisini, farklı kültürlerden gelen kişilerin yapacağı evliliklerde çıkabilecek çatışmaları, ebeveynin farklı inançları arasında kalan çocukların düşebileceği çıkmazları, ani kararların beklenmedik sonuçlarını, sadakat ve vefa duygularından yoksun bir hayatın insanı sürükleyebileceği çıkmazları ve bu çıkmazlardan çıkış yollarını Ahmed Günbay Yıldızın güçlü kurgusu ve akıcı anlatımıyla bu kitapta göreceksiniz.

Babamdan Sonra

Doğaya âşıktı önceleri… Bahar geldiğinde yeşile boyanan toprağın bağrında, desen desen, renk renk açan çiçeklere vermişti gönlünü… Ağaçlara, onların hayat soluyan yapraklarına, tomurcukların patlayışına âşıktı daha çok.

Meyveye durmuş dallara âşıktı… Suların şırıltısına, kuşların coşkulu kanat çırpışlarına, güneşin, insanı mest eden serüvenine, gökyüzünün o eşsiz dekoruna sevdalıydı… Damarlarındaki kan delice dolaşırken, başında kavak yelleri esiyordu.

Başka hiçbir sevdayı tanımamıştı yüreği delikanlılık yaşma girdiğinde… El değmedik, masum, duru, henüz başka limanları tanımayan duygulan, her şeyden ziyade tabiata ve Kâinatın Sahibi’ne âşıktı…

Her sabah, gün doğmazdan evvel yatağından kalkıp hayran bir gönülle güneşin doğuşunu seyrederdi.

Aklı erdi ereli, o uykusundayken üzerine gün hiç doğmamıştı… Vedâlar ne kadar hazin olursa olsun, doğuşlar kadar batışlara da kaptırırdı yüreğini…

Akşam güneşinin kızıl alevleri semâyı kuşatıp vedâ hazırlıklarını başlattığında o, bu doyumsuz seremoniyi kaçırmak istemezdi… Güneşin hüzünlü vedâsmı izlemeyi, o, tepelerin ardına yavaş yavaş ağarken gözlerden silininceye kadar onu uğurlamayı görev bilmişti kendisine…

Güneş gitse bile, nöbetini bol yıldızlı göklere ve aya bırakacaktı… Güneşin taze bir sabahla, yine eski ihtişamını kuşanarak geriye döneceğini bildiği için üzülmezdi. Bilirdi ki bu, dönüşü olan gidişlerin uğurlamasıydı…

Yıldızlar, salkım saçak olurdu bazı akşamlar gökyüzünde. Ayın halelenen o hicaplı yüzünden dökülen mahcup pırıltılar, gün batımmm ardından hülyalarını genişletirdi…

O, doğaya âşıktı önceleri… Gönül dokularının cemreleri kalbine düşmezden çok önce… Su, hava, güneş ve toprağın ahengini yitirmeyen aşkı büyülemişti dünyasını… Sonra sihirli bir el dokundu yüreğine… Masumiyeti bozulmayan duygularını bir kızın varlığı uyandırmıştı uykusundan ve beklenmedik anda hülyaları en demli yerindeyken, başka iklimlere açmıştı delikanlının gönül kapısını…

O da en sonunda, yaratılışın fıtratındaki içgüdüye kaptırmıştı hülyalarını… Rüyalarının, hissiyatının rengi değişmişti bir anda… Düşüncelerini, doğaya ve sırlar âlemine adamışken, bir çift göz büyülemişti kalbini…

Âlemlerin Sahibi’ne dönmüştü yüzünü… Kâinat kadar büyütmeye çalıştığı kalbine maneviyattan saraylar kurarken, o muhteşem sarayın en ücra köşesine sığınmıştı bir çift göz… Gönül desenlerine şebnem gibi düşüp, istediği figürlerle işlemişti kendisini o mekâna… Adını, silinmez harflerin sanatsal dokusu gibi kazımıştı beynine…

İçinden yükselen bir ses, onu durmaksızın meşgul ediyordu… “Sen onsuz yapamazsın… O senin yol arkadaşın, öteki parçan olabilir…”

Önceleri daha farklıydı gönül desenlerindeki renkler. Sonra bir kız girdi gönül dünyasına, yaratılış katresine katılan mayayı

hatırlattı ona… Bir çift gözün esrarı, insan oluşun kurallarını hatırlattı sonunda duygularına…

Kafasında kavak yelleri esen delikanlı, aşkın ve tutkularının, yüreğinde bir parçaya daha bölündüğünü bildi ve hayatına anlam kazandıran hikâyesi başladı o günden sonra… Kâtip değil, hayat yazmaya başladı o vakitten sonra içler acısı hikâyesini… Yüreğindeki bölünmenin sarhoşluğunu yaşadı günler geceler boyu… Kim bilir, belki de ömrünce daha nicelerini yaşayacaktı, bilemedi…

Yaratılışın sırlarını, Kâinat’m gizemlerini araştırırken başlayan serüven, doğrularla yanlışları karıştırdı ilk zamanlarda birbirine…

Yetmedi ne yaptıysa… Adressiz yollara saptı bazen, aldırış etmedi yitişlerine ve kendini destekledi gamsız bir gönülle… Geleceğe bıraktı umursamadan yaşamaya çalıştığı sonuçlan… “Yarınlar bizi anlatır nasılsa, tıpkı, benden öncekilerde olduğu gibi” diyerek, kaderin kendisi için çektiğine inandığı bilinmez çizginin üzerinde yürüdü…

Gölgelerin, gaflet perdesi olup da gerçekleri örteceğini bilemedi… Evet, o, önce Kâinatın Sahibi’ne âşıktı… Sonra ceylan bakışlı bir kız geldi, gönül desenlerindeki renklerle oynamaya kalkıştı hiçbir şeyden habersiz… İşte böyle başladı yüreğindeki tek taraflı sevda ve evrendeki hikâyesi…

Dağların yamaçları iniltiliydi… Her yer, ruha ürperti veren uğultuların esareti altındaydı. Bu gece, en cılız çıtırtı bile amansız velvelelerin haberciliğini üstlenmişti sanki…

Sürü yorulmuş, koyunlann boğazına takılan çıngıraklar da susmuştu. Koyunlar da tıpkı doğa gibi uykudaydı…

Koyunlar birbirlerine sokulmuş, yünden bir örtü oluşturmuşlardı serildikleri mekânın üzerinde. Kurt köpekleri, sürüye güven veren bir edayla uzanmışlardı koyunlann biraz açıklarında…

Sayvan adı verilen, üzeri dallarla örtülmüş sığmağın hemen önünde çoban ateşi yanıyordu. Muhsin’in yüzü ateşe dönüktü. Sırtındaki kepeneğin arasına girmiş, gecenin efsaneleşen görüntüsüne bırakmıştı gözlerini… Uçuk yüzlüydü semâlar… Ay mahmur, yıldızlar salkım saçaktı. Arkadaşı çoktan uyumuştu ancak bu gece ne yapsa uyuyamıyordu Muhsin…

Her çıtırtı, yeni bir sıçrayışla bozuyordu hülyalarını. Uykuya direnen gözleri arada bir fal taşı gibi açılıyor, az sonra yeniden dalıyordu hülyalara. Artık alevleri de çekilmişti kor ateşin. Önce ılıman esintiler Muhsin’in yüzünü yalıyordu, hemen ardından bu sıcaklık, serin bir havaya bırakıyordu yerini.

Arkadaşına bakıyordu arada bir… Derin soluyuşları zaman zaman, gecenin derinleşen sessizliğini bozuyordu.

Yüreğinde taze bir sevdanın kıpırdanışlarını taşıyan delikanlı, gözlerini yıldızlara perçinlemiş, el değmedik hülyalara bırakmıştı kendisini… Ela, derin, bir çift göz vardı yıldızların düzen kurduğu yerde… Taze, berrak bir yüz ve geceyi büyüleyen bir çift göz duruyordu gecenin mahmur aydınlığını yaydığı semâda. Akimda o vardı, onu düşlüyordu uykuyu kovalayan gözleriyle…

Evlerinden çıkar çıkmaz, sürünün indiği yamaçlara yönlendirmişti adımlarını. Babası öyle istemişti Muhsin’den. Yorgun ve isteksiz atıyordu adımlarını, evlerinden ayrılıp dağlara doğru yöneldiğinde…

Birden her şey anlamını yitirmiş, çakılıp kalmıştı yürüdüğü zeminin üzerinde… Delikanlılık çağma henüz girmişti. Yaşadığı köyün gençleri bir araya gelip evlilik sözü ettiklerinde hep o kızın adı anılırdı.

Güzel buluyorlardı evlilik hayalleri kurmaya başlayan delikanlılar o kızı… Muhsin de beynine aynı ismi yazıp saklamıştı… Belki de bu konuşmaların uzantısıydı belleğine o adı yazan… Soru işaretleri vardı kafasında. Gençler, kendilerine hayat arkadaşı seçmeyi düşlerken, ilk onun adıydı anılan. O kız farklıydı evlilik çağındaki gençler için…

Muhsin’de de merak uyandırmıştı, delikanlılar arasındaki konuşmalar ve gizlilik içindeki yanş…

İsteksiz yürüdüğü yol, karşısına zihinlerin efsaneleştirdiği o kızı çıkarmıştı. Ortalarda kimseler yoktu. Gözleri şimşek çakıyordu bulunduğu yolun biraz ilerisinde…. O kız vardı bakışlarının dökülüp kaldığı mevkide…

Daha öncesinden duyup düşüncesine yazdığı o sözler, büyü olmuştu sanki yüreğinde… Frenleyemediği iradesi, duygularına buyurganlık kazandırıyordu sanki o kızın karşısında… Yüzündeki keder bile silinip yok olmuştu onu gördüğünde. Güneş gibi doğmuştu yolunun üzerinde o kız…

Başka kimseler görünmüyordu etrafta ya da başını kuma gömmüştü delikanlı… Gönlünün emrivakisine kaptırmıştı kendini… Kalbinin buyurganlığı onu yüreklendirmiş, fırsat tanımamıştı hareketlerine. Acelesi vardı bu yüzden. İrade dışı bir anlayıştaydı beden dili…

Aralarındaki mesafe kısaldığında, aklı adeta gözlerine inmişti delikanlının. Utançlı, tereddüde esir bir ses, zor ulaşıyordu menziline:

–    Suna!!!

Hiç beklemediği bir çağrı durduruyordu genç kızı. Önemli bir şey duyacağını sanıp durmuştu o da.

Yüzüne bakmıyordu utancından. ‘Sesi tırnaklarının ucuna zor düşer’ tabirine uygundu verdiği cevap:

–    Buyur Ağaoğlu.

Yörede adı duyulan bir ağanın oğluydu genç kızı yolundan eyleyen. Delikanlı, yöre ahlakının hassasiyet sınırını aşmamaya zorluyordu kendini… Bakışları ürkek ve nefesi titrekti konuşmaya yeltenirken, gözleri başka istikâmetlerde bekliyordu söz ağızdan firar ederken:

–    Kusuruma bakma, yolundan ettim seni. Bir maruzatım vardı sana açmayı düşündüğüm. Bilirim, mehel değildir böylesi davranışlar yol üzerinde, onun için hakkını helâl et.

Genç kız, gözlerini kaldırıp da bakmıyordu yüzüne:

–    Buyur Ağaoğlu. Duyarım ki sen adetlerimize uymayan işe bulaşmazmışsın.

–    Komşu kızı, yaşlarımız hayat arkadaşı seçme vaktindedir. Mehel değil, dediğim şudur ki seni yolundan alıkoyup bu sözleri söylemek düşmezdi bana.

–    Vaktim dar, söylentiler çok. Duyarım ki benim çağıma gelen her delikanlı, evlilik için ilk sizin kapınızı çalmayı düşlermiş… Babamı anamı gönderip kapımızı boş yere çalıp gitmesinler diye sorarım fikrini. Gönül işi bu ne de olsa…

Sen onurlu bir kızsın, bense gururu incinmeye alışkın olmayan bir genç… Hayır dersen, ne ben bu arzumu sana ulaştırdım ne de sen duydun… Bil ki gönülden isterim seni, şayet sen de yol arkadaşım olmayı dilersen.

Gözleri, ayaklarının uçlarına perçinlenmişti genç kızın. Başı öne eğikti ve utancından çil çil, alevden benekler düşmüştü suratına.

–    Ben de bilirim ki yol kesip, gönül soruşun mehel değildir Ağaoğlu. Ancak duyarım ki gönlün senin elinde değildir. Ağa baban çoktan karar vermiş sana kimin hayat arkadaşı olacağına.

Adını bile söylemiyordu Muhsin. Ağırına gitmişti duyduğu sözler:

–    Gönlüm benim emrimdedir komşu kızı. Yiğit olan, başkasının emrine vermez onu… Babam başkasını mehel görse de ben seni seçtim hayat arkadaşım olarak. Tabii sen de istersen…

–    Sana cevap vermeyi uygun bulmam Ağaoğlu. Ağa babanı bilen bilir ki o sözünden dönmez. Var, yoluna git, dile düşürme adımı. Bu sana yaraşmaz.

Beynini hançerlemişti genç kızın açık sözleri. Delikanlı, ezilip kalmıştı duyduklarının altında ve dünyayı ateşe veren bir ahın ardından yüreklendirmişti sözlerini:

–    Komşu kızı, sen bilmez misin ki kalp emir almaktan hoşlanmaz…

–    O, kalbin sahibine bağlıdır Ağaoğlu. Ne söyleyebilirim ki başka. Bakarsın gücün yetmez babana ve onun gönlünün esiri olursun… Var git, babanla konuş önce. Yoksa dile düşürürsün beni ve günaha girersin.

–    Sana erkek sözü komşu kızı. Dilersen yemin ederim şuracıkta ve üzerinde durduğumuz yol şahidimiz olur.

Söz namustur benim dünyamda komşu kızı. Can bu bedende oldukça da sözüm senedimdir. Ya sen, sen ister misin beni sorduklarında?

Madem kendine güvenirsin, Allah utandırmasın Ağaoğlu. Başka da sözüm olmaz…

Suna, etrafını vehimli bakışlarla kolaçan ettikten sonra, adımlarını hızlandırıp ardına bile bakmadan uzaklaşmıştı delikanlının bulunduğu yerden…

Geriye dönüp evlerine gitmek düşmüştü aklına Muhsin’in, ama babası kızabilirdi…

Gece ve Dağlar

Gece, koyu hülyalar içinde uykusuz tükenmişti… Sabah, taze bir günle dağların yamaçlarına vurup sisler çözülmeye başladığında, sürü çoktan hareketlenmişti. Gözleri yorgundu, bedeninde hissedilir bir halsizlik vardı sürünün peşi sıra yürümeye başladığında.

Acıkmıştı. Çoban, yufkanın arasına bol çökelek koyup ona da dürüm yapmıştı… Zor yutuyordu lokmaları. Sabrı tükenmişti. Çobanın yanma yaklaşıp ona bir şeyler söyledikten sonra sürüden ayrılıp köyün yolunu tutmuştu Muhsin.

Acelesi vardı yüreğinin… Adımlarından bile anlaşılıyordu bu… Uçan bir gönlü vardı evlerine kavuştuğunda…

TV Tr ‘TV’

Ayrılık hissi daha şimdiden dumanlı dağlar gibi düşmüştü gönlüne. Son günlerde, kendi evinde, doğup büyüdüğü yerde tıpkı bir misafir gibi yaşıyordu… Duygulan buruk, inadına alıngan ve her şeyden değişik anlamlar çıkaran bir hissiyatın sahibiydi artık…

Askerlik vakti yakındı… Çağrılmayı bekleyen duyguların ivedisi, yüreğini durmaksızın burkuyordu.

Onun dünyası hiç büyümemişti doğduğundan bu güne. İlçe, en büyük mekân değişikliği olmuştu köyünden ayrılıp ihtiyaçlar için buralara yol düşürdüğünde. Askere alınırsa uzak mesafeler girecekti doğup büyüdüğü topraklarla arasına…

Sarp uçurumların ortasında tutunmaya çalışan, kırık umutlu, tedirgin soluklanan çiçekleri andırıyordu duygulan…

İşlerini iğreti tutuyordu. Hasretin izleri çok erken düşmüştü bakışlarına… Eşyaya, doğaya, hatıralarının sindiği her yere buruk bakıyordu Muhsin…

Gurbet türküleri mırıldanıyordu durmadan… Efkârın, ruhunda koyulaşan bulutlarını dağıtarak gizlemeye çalışsa da beden dili ve gözleri açıklıyordu içinde bulunduğu durumu.

Babası, annesi vardı hasretin gönlüne çöken ağırlığında. Bir de saf ve duru duyguların, hayat arkadaşı olarak adlandırdığı kız… Babasına bir türlü fısıldayamadığı arzusunun, omuzlarında her saniye biraz daha ağırlaşan yükü halsiz düşürmüştü onu…

Muhsin, Yeşil Höyük köyünün söz kesen adamımın oğluydu. Yöre onu Çolak Hüsnü lakabıyla tanımıştı. Acımasız, inatçı, dediğim dedik, asık suratlı, keskin bakışlı, heybetli bir adamdı o.

Yörede tuttuğunu koparan, yüreklere korku salan adamdı babası… Oğlu evlenmek istiyorsa ve bir kıza gönül vermişse, “talibiz” demesi yeterliydi…

Muhsin’in gönlü bu bakımdan oldukça rahattı, ancak gönül işini babasına anlatması zordu. O halde tek umudu vardı, yüzünü yere eğip annesine açacaktı kalbini.

Artık sabrı son kertedeydi. Anlam veremediği haller olmuştu ona. Alevler yükselmeye başlamıştı yüreğinde. “Demek, aşk dedikleri şey buymuş” dedirten bir hissiyata kaptırmıştı gönlünü… Aradan biraz daha zaman akıp giderse, arzuları bitmeyen bir masal olup tükenebilirdi…

Zihninde, ayrılığı korkuya ve hasreti kâbusa çeviren duygular belki de sadece onu kaybetme korkusundan ibaretti…

Günler tükenip ara yere keşkeler girmezden önce elini çabuk tutması gerektiğine inanmıştı. Utanıyordu, buna rağmen ve annesine sıkıntısını açabilmek için kendisini yüreklendirmeye çalışıyordu durmadan…

Bu gün yarın derken, aradan tam bir haftalık zaman eriyip gitmişti. Kendisini ne kadar kamçılarsa kamçılasın, utancını yenip annesinin karşısına çıkamıyor, düşüncelerini ona bir türlü söyleyemiyordu…

Bahar bu yıl yine muhteşem dekorlar kurarak görücüye çıkarmıştı hünerlerini…

Hayallerinin gerçekleşmesi için oldukça kısa bir zaman kalmıştı önünde… Belki daha erkendi ama şu bir gerçekti ki, en son güz gelip mahsuller toplanmaya başlandığında Muhsin, vatani görevini yapmak için köyünden çok uzakta olacaktı…

Her bahar olduğu gibi güneşin insanı büyüleyişini, yağmurun toprağa siyem siyem inişini, yeşilin bütün ihtişamıyla göz alışını, çiçeklerin esen rüzgârların önüne sihirli kokularını katıp nefeslere ikram ettiği günleri yaşıyordu yeryüzü…

Kuzuların meleyişlerini, koyunlarm çıngırak seslerini, dağların yamaçlarından duyurduğu, sürü peşlerindeki kurt köpeklerinin efelenerek, koyunlarm güvenliklerini sahiplenişini seyretmek bir ayrıcalıktı dağın yamaçlarında…

Atların kişneyişiyle, dor tayların yelelerini rüzgâra taratarak kanatlanışlarıyla heyecan verdiği o doyumsuz günlerdeydi Yeşil Höyük…

Son günlerde her şey güzeldi, ancak Muhsin’in işleri inanılmaz zordu… Çobanlarından biri rahatsızlanınca, yine iş başa düşmüştü.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

PAMUK PRENSES

Editor

YAZ

Editor

Med- Cezir – Elif Şafak

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası