Roman (Yerli)

çocuk da yapamadım kariyer de

cocuk da yapamadim kariyer de 5edc76d52e538“Başarabilmek için, başarma arzunuz başarısız olma korkunuzdan daha büyük olmalıdır.”
-Bill Cosby

Başarma arzusu ile attığım ilk cesur adım olan Çocuk da Yapamadım Kariyer de adlı kitabım ikinci baskısını yaparken, bu uzun ve keyifli yolculuğumda başlangıçtan itibaren her zaman yanımda olan ve bana inanan kocam Ercan Enver’e çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın!

***

birinci bölüm

Kadının gözlerinde donuk bir ifade, sesinde tuhaf bir yumuşaklık vardı. Müdürü, Aslı’nın kafasını masaya yatırmış, elindeki çekiçle tak tak vururken şöyle diyordu, “Belki o kalın kafana, böyle daha kolay girer tatlım.”
Çekicin kafasına inişini izlemek ağır çekimde bir film izlemek gibiydi. Sanki ölmeden önceki son anlarıydı. Gerçi hayatının kareler halindeki özeti, gözlerinin önünden geçmeye başlamamıştı. Sadece tek bir anı zihninde canlanmıştı. Tuhaftır ki, şu anın ciddiyetine ve vahimliğine hiç uymayan türden bir anıydı. Aslında herhangi bir duruma uyduğunu da sanmıyordu ya…
Ortaokuldayken, tuvaletten çıkıp da eteğini düzeltmeyi unuttuğu ve bütün bahçeyi eteğinin arkası külotunun içinde kıvrılmış kalmış vaziyette turladığı, o utanç verici sahneyi tekrar yaşıyordu. Herkes çılgınca gülüyor, kahkahalar gittikçe artıyor, artıyordu. Aslı gözyaşları içerisinde koşup tuvalete saklanmıştı. Akşama kadar, herkes eve gidene kadar, kimse çıkaramayacaktı onu tuvaletten. Tıpkı arkadaşının dediği gibi, bu korkunç sahne ölünceye kadar peşini bırakmayacaktı. Histerik bir kahkaha ile kendine geldi. Yüzü hâlâ masaya yan yatırılmış halde, göz ucuyla son bir kez çekice baktı. Çekiç yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı ve karanlık. Gözlerini ovuşturup karanlıkta şekilleri algılayabilmek için uğraştı.
Bir anda yatakta doğrulup başını eli ile yokladı. Neyse ki sağlamdı ve kanamıyordu. Rüyadan gerçek hayata geçmek için kendini zorladı. Bu ses neydi?
Kapı öyle şiddetle vuruluyor ve zil öyle ısrarla çalınıyordu ki… “Bu iyi bir haber olamaz,” diye düşündü Aslı. Aman Allah’ım yoksa kredi kartı borcunu ödemeyi unutmuş ve eve haciz mi gelmişti? Yok, yok mümkün değil. Çünkü saat sabahın ikisinde gelmezdi haciz memurları. O zaman neydi bu gürültü?
“Kim o?”
“Benim aç, anahtarımı unutmuşum, altıma yapmak üzereyim…”
Tam saatten ve düşüncesizliğinden bahsedecekti ki, Sibel kapının açılması ile kendini tuvalete attı.
Ve nihayet tuvaletten çıktığında her zamanki umursamaz ve biraz da yüzsüz tavrı ile Aslı’nın yakınmasına fırsat vermeden konuya girdi.
“Bana bunu yaptığına inanamıyorum. Kuaföre gitmiş, bütün öğleden sonra hazırlanmış, yeni aldığım dantelli iç çamaşırlarımı bile giymişken, götüre götüre Kumkapı’ya balık yemeye götürdü beni.”
“Sibel bu saatte bu kadar ses yapman…”
“Ve o aptal balıkçının tuvaletleri o kadar iğrençti ki, bütün gece çişimi tutmam gerekti.”
“Yüreğime iniyordu. Ben de önemli bir şey var san…”
“Aynen benim de yüreğime iniyordu ama hepsi bu kadar sanıyorsan yanılıyorsun.”
“Bu saati beklemek zorunda mıydın? Beğenmediysen erken gelseydin.”
“Aynen. Ben de tam eve dönmeyi düşünüyordum ki, “Boğaz’da bi şeyler içelim mi?” diye sordu. Ben de sandım hoş bir barda ya da gece kulübünde bir-iki kadeh bi şeyler içip birbirimizi daha yakından tanıyacağız. Meğer ‘bi şeyler içmekten’ kastettiği deniz kenarında park eden arabalara, doğru dürüst yıkanmayan ve sarılık kapacağın türden pis bardaklarda getirdikleri iğrenç çaymış. Tabii bunu anladığımda çok geçti.”
Sibel bir yandan konuşup, bir yandan da buzdolabında yiyecek bi şeyler arıyordu. Bu siniri ancak tatlı ile yatıştırabileceğini düşünmüş olmalıydı ki aniden buzdolabını kapatıp, mutfak dolaplarından birini açtı. Acil durum için stoklanmış onlarca çeşit çikolata paketinden rastgele birini aldı ve ambalajını dişleri ile sabırsızca yırtarak açtı.
“Kötü geçmesine üzüldüm. Ama biliyorsun yıllık raporlar üzerinde çalışıyorum ve sabah erken…”
“İtiraf etmeliyim ki tüm cimriliğine, kabalığına rağmen yine de onu istiyordum. Çok ama çok yakışıklı… Vücuduysa kusursuz.  Bu arada iğrenç çayı ayıp olmasın diye içtim. Bu sefer iyice çişim geldi.”
Aslı, “Sabah konuşuruz ben yatıyorum,” diyerek odasına gittiyse de Sibel’in içini iyice boşaltmadan durmaya niyeti yoktu. Aceleyle bir çikolata daha kapıp Aslı’yı odasına kadar takip etti ve yatağının üzerine oturarak konuşmaya devam etti.
“Neyse tam her şeye rağmen geceyi onunla geçirebilirim diye düşünüyordum ki…”
“Her şeye rağmen?” diye tekrar etti Aslı esneyerek.
“Her şeye rağmen.”
“Ee, o zaman sen de her şeyi boş verip atıverseydin kendini adamın kollarına.” Aslı yatağa yatıp, örtüyü göğsüne kadar çekmiş, uyku vakti masalını dinleyen bir çocuk kadar meraklı ve uykulu gözlerle bakıyordu Sibel’e.
“Evet, ben de aynen öyle düşündüm. Daha fazla pis çay içip, kötü espri dinlemek istemediğime karar vererek, hadi eve gidelim dedim. Çay parasını bozuk parası olmadığını iddia ederek bana ödetti. Sonra bir de utanmadan “Benim ev arkadaşımın kuzeni geldi. Ev kalabalık. Size gidelim mi?” deyince içimdeki bütün isteği öldürdü. Hayatımda bundan daha ucuz bir randevum olmamıştı. Of Allah’ım neden arızalılar hep beni bulur?”
Aslı her ne kadar korkunç bir rüyadan, kötü bir baş ağrısı ile uyandıysa da, Sibel’in anlattıklarına kayıtsız kalmak mümkün değildi. Duyduklarının kendini eğlendirdiğini inkâr edemezdi. Arkadaşının bozulduğunu görünce gülmeyi abarttığını anladı. Aslında Sibel elbette kendince bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ama hayal kırıklığını bile öyle dalga geçen bir üslupla dile getirirdi ki, bazen onun gerçekten üzüldüğünü unutabilirdi insan. Hem zaten Sibel’in erkekleri nasıl aynı anda idare ettiği düşünülecek olursa, arada bir baltayı taşa vurması Aslı’ya tuhaf bir zevk yaşatıyordu. Tabii bunu Sibel’e söyleyemezdi. Bu çok zalimce olurdu. Zaten bu konu ile ilgili daha önceki diyalogları da düşünülürse, vereceği cevabı aşağı yukarı tahmin edebiliyordu. ”Aslıcım bu kadar saf olma. Erkeklerin hepsi buldukları ilk fırsatta seni aldatırlar. Ben sadece onlardan önce davranıyorum.”
Sibel, Aslı’nın en yakın iki arkadaşından biriydi ve aynı evi paylaşıyorlardı. Sibel ne ise, Aslı tam tersiydi. Bu farklılık başta aynı evi paylaşmalarını zorlaştırıyor gibi göründüyse de, sonra tıpkı ying ve yang gibi birbirlerini tamamladıklarını fark ettiler.
Aslı özel bir televizyon kanalının pazarlama bölümünde çalışıyordu. İşi dışarıdan çok eğlenceli ve renkli gibi görünse de, aslında tam karşılığı; çok çalışma, az para ve sıfır takdir demekti. Pazarlama bölümü, kırklı yaşların ortalarında, hiç evlenmemiş, işkolik kadın bir müdür ile birbirinden farklı ve sıra dışı beş iş arkadaşından oluşuyordu. Aslı tüm şirketin en sevilen çalışanlarından biriydi. Herkesle iyi geçinir, gelenekten sayılan ofis dedikodularına karışmazdı. Sorumluluk bilincinin fazlasıyla gelişmiş olması, arkadaşlarının ona hep “ayın elemanı” diye takılmalarına yol açardı ama bu durum pek de umurunda değildi. Öncelikle kötü niyetli olmadıklarını biliyordu. Hem ayrıca bütün gün, çalışmak dışında ne yapılabileceğini de kestiremiyordu. İşler kendi kendine olmuyordu değil mi? Birinin yapması gerekecekti nasılsa.
Kumral, 1.70 boylarında, inanılmaz derecede güzel yeşil gözleri ve genel olarak bakıldığında hoş bir vücudu olan bu genç kadın ile erkekler arasındaki tek engel, utangaç ve takıntılı kişiliğiydi. Tamam, hiçbir zaman Sibel gibi seks sembolü olmayacaktı. Ama zaten onun fark edilmek gibi bir özlemi de yoktu. Hatta en nefret ettiği şey, girdiği ortamlarda başların ona doğru çevrilmesi ve meraklı gözlerle baştan aşağıya süzülmekti. O zaman eli ayağına dolanır, bin bir sakarlık yapardı. Mesela diğer kadınlar gibi göğüslerini ortaya çıkarmak yerine, kamufle edecek giysiler tercih ederdi. Gözlerinin yeşilini vurgulayacak göz farları sürmek ya da saçlarını omuzlarından aşağı serbest bırakmak yerine, sabahları yüzünü sabunla yıkayıp, saçlarını da mümkün olduğunca pratik bir şekilde tutturur, eline geçen ilk giysiyi giyip evden çıkardı. Bazen keyfi, vakti ve parasının aynı anda olduğu bir pazar günü, kuaföre gidip saçlarını farklı bir şekilde kestirip ardından fönlettirirdi. Bambaşka bir görüntüye bürünür, kendinden emin, çekici bir kadın halini alırdı. Ama haftanın ilerleyen günlerini, sabahları saçı için ekstra zaman harcamasını gerektiren yeni saç modeline küfrederek ve saçını kıvırıp toplayabildiği eski basit modelini özleyerek geçirirdi.
Son derece duygusal ve romantik bir kişiliği vardı. Sibel ile tanışmaları bir arkadaş vasıtasıyla, mezun olduğu üniversitenin geleneksel yaz partilerinden birinde olmuştu.
Bu üniversite, Türkiye’nin en saygın ve en zor girilen üniversitelerinden biriydi. Orada bulunması, Sibel’in oradan mezun olduğu anlamına gelmiyordu.
Zeki olmadığı için değil, o okulu kazanmak ve oradan mezun olmak için harcayacağı çaba ve zamanı daha eğlenceli konulara yöneltmeyi tercih ettiği için. O da daha vasat bir okula daha az, çok daha az çaba ile girip, kalan zamanı daha eğlenceli uğraşlarla geçirdi –erkeklerle gezmek ve alışveriş yapmak gibi.
Sibel daha adımını atar atmaz, bulunduğu ortamdaki tüm erkeklerin dikkatini çekecek türde bir kadındı.
Ondaki, içerden dışarıya taşan türde bir seksilikti. Yani sonradan kazanılacak ya da öğrenilecek bir şey değildi. Uzun, dalgalı, açık kestane rengi saçları, dolgun ve soğukta kalmışçasına her an kırmızı olan dudakları, kıvrımlı vücut hatları ve muzip bakan hafif çekik kahverengi gözleri ile diğer kadınlardan hep bir adım önde başlardı rekabete.
Boyu uzun değildi. Bu durum başkası için sorun olabilirdi ama Sibel bunu da avantaja çevirebilen nadir kadınlardandı. Seksi, minyon ve ışıltılı görüntüsü onu erkeklerin gözünde daha da arzulanır yapıyordu. Korunmaya ihtiyacı olan çok ama çok güzel, narin bir çiçek gibiydi. Bu Aslı’nın teorisiydi. Bu teoriyi ispatlamak için, bir gün üşenmeden bir liste yapmış ve küçük kadınların bu denli büyük etkiler yaratmasının kesinlikle tesadüf olmadığına karar vermişti. (Bu liste Marilyn Monroe, Shakira, Christina Aguilera, Scarlet O’Hara ve nice minyon kadın örnekleri ile beraber Sibel’i de içeriyordu.)
İşte tüm bunların yanında, hayatı hafife alan, cıvıl cıvıl kişiliği Sibel’in en vurucu özelliğiydi –erkekler, ışığa doğru çekilen pervaneler gibi, onun enerjisinin çekimine karşı koyamazlardı.

*

Ertesi sabah Aslı ofise geldiğinde saat her zamanki gibi 8:45’ti. Servisle geldiği için işe hep aynı saatte varır ve buna kendi de şaşardı. Çünkü herkes bilirdi ki, İstanbul’da trafik her gün beklenmedik gelişmeler nedeniyle karmakarışık olur ve gideceğiniz yere asla vaktinde ulaşamazsınız. Mesela bilmem ne kavşağındaki yol çalışması nedeni ile şeritler ikiye indirilir veya yeni bir üst geçit yapıldığı için bazı yollar kapatılır, yerine alternatif yolların kullanılması istenirdi. Alternatif yollarda yoğunluk nedeniyle trafik yavaşlar, sürücüler sıkıntı ve dikkatsizlikten kaza yapardı ki, bu da trafiği durma noktasına getirirdi. Bu kazalar o kadar olağanlaşmıştı ki, çoğunlukla sürücüler neredeyse hiç tepki bile vermeden, polisin olay yerine gelmesini beklerlerdi -böylece tutanak tutulur ve sigortadan paralarını alabilirlerdi. Tabii polisin sıkışık trafikte kaza noktasına ulaşması neredeyse imkânsızdı, çünkü İstanbul sürücülerinin en sevdiği şey emniyetti ve bu nedenle hep boş olması gereken emniyet şeridinde giderlerdi. Asla hiç kimse ve hiçbir şey -ne onlarla dalga geçen radyo programları, ne polis korkusu, ne de emniyet şeridini ihlalden yedikleri cezalar- onları yıldırabilirdi. Onlar yine doluşup, acil durumda ambulans, itfaiye, polis arabası ya da arızalı arabalar için boş olması gereken şeridi işgal edeceklerdi. Bir keresinde Aslı serviste eve dönerken ve servis şoförü de minibüsü emniyet şeridinde sürerken, radyodaki esprili ve sivri dilli program sunucusunun, “Emniyet şeridini kullanan bütün ayılara sesleniyorum, emniyet şeridi acil durumlar içindir, boşaltın hemen. Sıradaki şarkıyı emniyet şeridini işgal eden tüm ayılara armağan ediyorum,” dediğini duyunca kahkahalarla gülmesine engel olamamış ve şoför de kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmişti.
O sabah da emniyet şeridi, kestirmeler ve tek yön olan yollarda ters yön gidişler sağ olsun, vaktinde ofise gelmeyi başarmışlardı –ve Aslı her zamanki gibi yine bu duruma sinir olmuştu.
İşte yine sıradan bir günün başlangıcıydı. Yerine doğru ilerlerken herkese isteksiz bir günaydın deyip, eşyalarını masasının üstüne bıraktı. Aynı isteksizlik ve özensizlikle ceketini çıkarıp koltuğunun arkasına geçirdi. Bilgisayarının açılmasını beklerken çayından bir yudum aldı. Aslı’nın ofisi kahve ve çay makinesi olmayan, çayın çalışanlara aksi bir kadın tarafından sevimsiz bir tavırla ve gün içerisinde belli sayıda servis edildiği bir yerdi. Açık ve limonlu olması gereken çayı, her zamanki gibi simsiyah ve limonsuzdu. Ama yakınmanın bir anlamı olmayacaktı çünkü bir çaycıya karşı hiç şansınız olmadığını herkes bilirdi. Ofislerde, eğer çayınızın temiz bardakta ve istediğiniz gibi verilmesini istiyorsanız, çaycı ile iyi geçinmek zorundaydınız. Onlar da, çay ve kahvenin, bilgisayarı başında saçını başını yolan, işlerini mesai bitimine kadar yetiştirmeye çalışan, kriz eşiğindeki bir çalışan üzerinde Xanax etkisi yaptığını bildikleri için, ellerindeki bu gücü sonuna kadar kullanırdı. Sizinle asla fazla samimi olmazlardı, çünkü bilirlerdi ki, samimiyet istisnaları beraberinde getirir. Mesela çay servisi sabah iki seferdi. Samimi olur, ona küçük jestler yapmanıza izin verirse, arada çay isteyeceğinizi bilirdi. Tıpkı istisnaların alışkanlığa dönüşeceğini ve ofis geneline yayılacağını bildiği gibi. Yo, hayır, çaycılar aptal değildi. Hatta sandığınızdan çok daha kurnaz oldukları su götürmez bir gerçekti. Aslı’nın teorisine göre pratik hayatta kurnazlık, zeki olmaktan çok daha önemliydi. Öyle olmasaydı, çalıştığı yıllar boyunca Aslı ve çaycı arasında sürüp giden soğuk savaş, çaycının yenilgiyi kabul etmesi ile son bulurdu. Ama bırakın galip gelmeyi, Aslı beraberliği sağladığından bile şüpheliydi. ‘Ama,’ diye geçirdi içinden ‘bugünlerden birinde, çok yakında bu işe bir son vereceğim. O zamana kadar itiraz etmeden çayımı içmekten başka yapacak bir şey yok. Hayır, korkmuyorum, sadece bu anlamsız ıvır zıvırlarla uğraşmak için işlerin daha az yoğun olduğu bir dönem kolluyorum.’
Üç şekerden sonra bile hâlâ acı olan çayını içmeye devam etti. Bakışlarını bilgisayarına çevirdiği zaman, mesaj geldiğini belirten turuncu ışığın yanıp söndüğünü fark etti. Mesaj Sibel’den geliyordu. ‘Ne olabilir ki?’ dedi kendi kendine ‘daha bir saat önce evde görüşmüştük.’
“Ahu mesaj atmış,” diye yazıyordu Sibel’den gelen mesajda. “Yine ayrılmış sevgilisinden, kalacak yere ihtiyacı varmış.”
“Bu son üç ayda kaçıncı oldu, beşinci mi?”
“Bilmiyorum, saymıyorum da zaten… Ama bu sefer açık söylüyorum, eğer iki günden fazla kalacaksa alışverişe katkıda bulunacak. Geçen ayrılık acısını atlatması bize pahalıya patladı. O kadar yiyerek nasıl formda kaldığını da anlayabilmiş değilim zaten…”
“Çünkü sadece o gördüğün zamanlarda yiyor. Normalde nerdeyse hep aç gezer. Peki, neden bana mesaj atmamış ki?” Sibel’i Ahu ile tanıştıran oydu. Yani kronolojik olarak Ahu ve Aslı daha eski, dolayısıyla daha yakın arkadaşlardı. En azından Aslı öyle olduğuna inanıyordu. Bu duruma biraz içerleyecek gibi oldu ama işte Ahu’dan mesaj geldiğini gösteren turuncu ışık yanıp sönmeye başlamıştı ekranda.
“Sibel bahsetti mi?” diye yazmıştı Ahu.
“Evet, yine ayrılmışsınız… Bu sefer n’oldu?”
“Bu sefer kesin bitti. Biliyorum daha önce de aynısını söylemiştim.”
“Evet, yaklaşık yüz yirmi beş defa.”
“Hayır, bu sefer kararlıyım tüm eşyalarımı topladım.”
“Tabii diş fırçası, birkaç bluz, ıvır zıvır bıraktın ki sonradan gitmek için nedenin olsun.”
“Anlamıyorum. Bugün sen de, Sibel de bi tuhafsınız. Sizde kalmamı istemiyorsanız başka arkadaşlarım da var.”
“Mesela kim?”
“Kırıcı oluyorsun. Özellikle de böyle bir zamanda. Tam da desteğe ihtiyacım varken… Neyse ben başını ağrıtmayım o zaman!”
“Aman da aman alınırmış. Yok be, gel tabii şekerim. Hem kızlar toplanmayalı ne kadar zaman oldu. Tek bir şartım var. Bütün gece sevgilinden bahsetmek yok.”
“Ex-sevgilim şekerim. Tarih oldu artık.”
“Neyse işte ondan bahsetmeyelim… Hayır, bütün gece adama çamur atıp duruyorsun. Bize ilişkinin en ince detaylarını aktardıktan üç gün sonra, barışıp da seni almaya gelince, hiçbir şey olmamış gibi güle oynaya eve dönüyorsun. Adamın yüzüne bakmaya utanıyorum bütün o laflardan sonra.”
“Sen ne zamandan beri Can’ın duygularını benimkinden çok önemser oldun? Hem bu dünyanın her yerinde böyledir. Ayrılınca kızlar toplanıp, erkekleri çekiştirir ve erkekler de bunu bile bile geri dönerler. Senin de sevgilin olsun, biz de seni dinleriz.”
Merakından çatlamak üzere olan Sibel de, Aslı’nın daveti ile mesajlaşmaya katılınca cümlenin sonunu yakalayabilmişti.
“Kimin sevgilisi olmuş?” diye heyecanla sordu Sibel.
“Hiç komik değil Ahu. Biliyorsun ki bir sevgilim var benim. Sadece işleri yoğun, ondan çok görüşemiyoruz.”
“Bırak Allah aşkına Aslı ya… Sen ona ilişki mi diyorsun? Ancak tek bir iş için buluşuyorsunuz bence.”
“Tabii ki ilişki. Başkasıyla görüşmüyorsam, daldan dala atlamıyorsam, bal gibi de ilişkidir.”
“Bana mıydı bu laf?” Bu sefer de Sibel bozulmuştu.
“Ay yok canım sana lafım yok. Ahu düzgün bir ilişkim olmadığını iddia ediyor da. Bu nedenle onu kıskanıyormuşum.”
“Yuh! Bunu da nerden çıkarıyorsun? Ben öyle bi’şey demedim.”
“Ama ima ettin di mi? Aptal değilim anladım.”
“Anlaşıldı hassassın yine bu aralar. Ayrılan benim ama bunalımda olan sensin sanırım.”
“Hahaha… çok gülüyorum sizin bu her şeyi yanlış anlamanıza,” diye yazarak araya girmeye çalıştı Sibel.
“Evet canım. Ortam genelde Ahu’nun laf koyması ile gerilir sonra ben cevap hakkımı kullanınca tahammül edemez, agresifleşir. Eleştiri kaldıramıyor.” Aslı konuyu kolay kapatacak gibi görünmüyordu.
“Ben nerde laf koydum? Sen de kendi yaptığını hiç görmezsin zaten. Neyse benim işlerim çok yoğun, chat yapamayacağım. Size iyi günler arkadaşlar.” Ahu tartışmalardan nefret eder, zaman kaybı olarak görürdü.
“Tabii bizim işimiz gücümüz yok. Bütün gün chat yaparız!” Aslı ise konuyu saatlerce bıkıp usanmadan didikleyebilirdi.
“Allah Allah, onu da nerden çıkardın?”
“Neyse kızlar sizin atışmalarınıza doyum olmaz ama benim patroncum geldi beni çağırıyor. Ahucuğum akşam görüşürüz.”
“Canım belki gelmeyebilirim. Yük olmak istemem.”
“Saçmalama olur mu öyle şey bekliyoruz, di mi Aslı?”
“Hı hı… Benim de müdürüm geldi toplantıya çağırıyor görüşürüz.” Aslı’nın da konuşmadan ayrılmasıyla chat sona ermiş, hepsi için olağan ofis günü ve olağan koşuşturmaca başlamıştı.

*

Ahu önce Aslı’nın, sonra da Sibel’in en yakın arkadaşlarından oluvermişti. Aslı ve Ahu ilk olarak iş ortamında karşılaşmıştı. Ortak bir proje üzerinde çalışıyorlardı. Ahu’nun çalıştığı reklam şirketi, Aslı’nın çalıştığı televizyon şirketinin reklam faaliyetlerini üstlenmişti. Her ne kadar Aslı’nın şirketinin bu iş için ayrılmış özel bir departmanı ve geniş bir bütçesi olsa da, çok ama çok önemli kampanyalarda mutlaka profesyonel reklam ajanslarından destek alınırdı.
Ahu girişken, hırslı ve tuttuğunu koparan biriydi. Beline kadar uzanan ipeksi yumuşak saçları, başak kadar sarıydı. Gözlerinin gerçek rengi açık kahve olduğu halde, sürekli mavi lensleri ile dolaşırdı.  Gerçek göz rengini çok az kişi bilirdi. Çıkık elmacık kemikleri ve hafif çökük yanakları ile tam bir zıtlık içerisinde olan dolgun dudakları sıra dışı bir çekicilik katıyordu yüzüne. Avrupai güzelliğini uzun, biçimli bacakları tamamlıyordu. Mermer kadar şeffaf ve pürüzsüz cildine, çok özel günler haricinde makyaj yapmazdı. Buna rağmen, biraz rimel ve ruj sayesinde her zaman çok bakımlı görünmeyi başarırdı.
İnce ama kadınsı vücut hatları ile sokakta yürürken dikkat çeken türde kadınlardandı. Hoş sokakta falan da yürümezdi ya. Hayatta en keyif almadığı şey spor yapmaktı. Formunu korumak için aç kalması gerekirse, aç kalırdı. Ne istediğini bilen, yüksek standartlara sahip, başarılı tüm kadınlar gibi, hayatında maceralara yer yoktu. Her zaman, her konuda planlı hareket etmeyi severdi. Şu an çalışmakta olduğu ajanstan önce çalıştığı ajansın sahibi ile aynı evde yaşıyorlardı. Ahu ajansa ilk adımını attığı andan itibaren, o adam ile birlikte olacağını kendi dahil herkes anlamıştı. Bir kere adamın güzele olan merakını herkes biliyordu. Ayrıca kendinden emin ve tuttuğunu koparan, hırslı kadınlara zaafı vardı. Ahu onu istediği takdirde, ona karşı koyamayacak kadar zayıf olacağını biliyordu. Yani her şey Ahu’nun isteyip istememesine bağlıydı.
Ahu’ya gelince… Onun kararı başından belliydi. Adam yakışıklı, genç ve kültürlüydü. Ayrıca Bebek’te, Boğaz’a karşı kocaman bir dairesi ve onu konfor içerisinde yaşatacak kadar bol parası vardı –tabii kriz olmadığı sürece. Çünkü ekonomik krizde ilk kesilen reklam bütçeleri olurdu her zaman.
Her ne kadar birbirleri için yaratılmış gibi görünseler de, sürekli kavga edip barışarak geçmişti ilişkilerinde ilk iki yıl. Son bir yıldır ise çekilmez bir hal almıştı. Ahu her kavgada bitti diyerek Aslı ve Sibel’in yanına taşınır, sonra Can’ın gelip yalvarmaları sonucu ikisi Can’ın havalı arabasına binip, heyecan içerisinde aşk yuvalarına dönerlerdi.
Ahu, Can’ın yanında ilk işe başladığı zaman, henüz çok da tecrübeli değildi ama kesinlikle gelecek vaat ediyordu. Nitekim tam beklendiği gibi, kısa sürede işiyle ilgili bütün numara ve oyunlarda usta hale gelmişti. Çok kararlıydı ve ne istediğini bilirdi. Bazen bir proje için geceler boyu fikir ürettikten sonra içine sinmediği için hepsini çöpe atıp baştan başlardı. İşe ayıracak yeterince zamanı, bolca hırsı ve güçlü sezgileri vardı. Hayatında iş dışında çok fazla bir şey yoktu. Ama işi sosyal etkinliklerde bulunmayı da gerektirdiği için, başka bir eğlenceye de ihtiyaç duymuyordu. Kısa sürede piyasadaki herkes onu tanımıştı. Müşteriler onu tercih etmeye ve iş arkadaşları ondan nefret etmeye başlayınca, yeterince iyi olduğu su götürmez bir gerçek olmuştu. Yükselmesi, basamak atlaması gerekiyordu. Böylece şu an çalıştığı ve uluslararası bir firmanın Türkiye ofisi olan Blanche/Noir Reklam Ajansı’na transfer oldu.
“Bunu bana yaptığına inanamıyorum. Nasıl haberim olmadan başka bir ajans ile görüşürsün?” demişti ilk duyduğunda Can öfke ve hayal kırıklığı karışık.
“Sakin ol hayatım, işleri devredene kadar buradayım. Sizi ortada bırakmış sayılmam. Hem ben seni düşündüm. Sevgilin ile aynı ortamda çalışmak, seni ciddiye almalarını engelliyor.” Her ne kadar doğru gibi görünse de, işin aslı Ahu’nun işi ile aşkı birbirine karıştırmayacak kadar profesyonel olduğuydu. Ve yeni işi kesinlikle çok daha iyiydi. Böyle giderse beş sene içerisinde kendi ajansını bile kurabilirdi. Kimin Can’a ihtiyacı vardı ki? Tabii iş konusunda demek istiyordu.
Can fikrini değiştirmeye bile çalışmadı. Onun yerine Ahu’nun onu saran kollarına ve öpücüklerine teslim olmayı tercih etti. En azından şimdilik diye düşündü.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Evlerden Biri

Editor

Milan Kundera – Gülünesi Aşklar

Milan Kundera

Yalnızlık Sek İçilir

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası