Roman (Yerli)

Ece Temelkuran – Devir

Bakar Ailesi
Kurtuluş Mahallesi
“Acaba ölsem beni daha mı çok severler belki?”
İçimden öyle dedim ben. Babam beni balkondan yan apartmandaki Samim Abilerin balkonuna geçirirken tam. Önce mahallenin bütün ışıkları gözümden karnıma doldu. Sonra alt kattaki Jale’anım Teyzelerden, “Olmaz böyle şey, yoksa rüya mı!” diye şarkı geldi. Patates kızartması kokusu sarıydı. Sokaktaki abiler karanlıkta koştu, yakalamaca oynuyorlar. Karakolun önündeki dut ağacı hışır hışır hışır konuştu. Caddeden, “Ebuuve!” diye korna sesi geldi. Her şey çok ama çok güzel, herkes neşeli ama ben düşerim diye korkulu gibi bağırdılar:
Annem: “Aydın, dikkat!.. Yapmayalım bunu Aydın!”
Babam: “Sevgi, aşağıda kurşun sıkılıyor… Çocuğun yanında söyletme şimdi!”
Anneannem: “Evladım, aman konuşurken şey yapmayın… Sevgi, öldüreceksiniz çocuğu! Tövbe ya Rabbi!”
Komşu Samim Abi: “Kız bende abi, tamam bırak, bende! Ayşe, olimpiyatların yapılacağı stadı izleyecek bu geceeee! Sevimli ayı Mişa’yı görecek, de mi Ayşeyeviç? Moskova’yı ayağına getiriyoruz bu gece Ayşe Hanım! Sinema yapacağız, sinema! Votka da yapacağız bu gece Ayşeyeviç! Sekiz yaşında oldun de mi hanımefendi? Eee artık yaşın geldi senin de! Ha ha ha!”
Samim Abi’nin karısı Ayla Abla: “Samim, Allah’ını seversen sigarayı bıraksaydın bari. Bağırma duyacaklar Samim!”
İşte o zaman her şey çok ama çok ama çoook güzel olurken, Jale’anım Teyzelerden “Ben bu dertten ölürsem söyle küçük bey, hiç mi kalbin sızlamaz,” diye müzik gelirken, cereyanlar gitti! Bir tek dut ağacı konuştu. Hemen gözümü kapattım, içimden dedim ben:
“Acaba ölsem beni daha mı çok severler belki?”
Gözümü kapattım ya, her şey durdu gibi oldu. Gözümün içinde resim gibi oldu hepsi.
Ayşe Bakar
Önce bugün öğlendi… Çok sıcaktı. Yaz çünkü. En sıcak bu yazdır, anneannem öyle diyor. Sularsız. Öğle uykusu zamanı şimdi. Anneannem yine uyuyuverdi. Tısss tıssss etmeye başlayınca –göbeğinde Bir Şeftali Bin Şeftali kitabı inip çıkıyor– kalktım ben artık. Sıkıldım. Of çok sıkıldım!.. Yanağımın anneannemin terli kolundan ayrılmasına dikkat etmem lazım. Yavaş yavaş. Çıtır çıtır ses gelir. Biraz durdum ben. Anneannem tıssss tıssss… Uyanmadı, tamam! Dizlerini yatağa koyunca karakola bakılabilir. Ama bugün oyun oynamıyorlar karakolda. Şimdi kalkıp evde yürüyünce başka bir eve gelmiş gibi olur insan. Çok ilginç olur.
Bazı şeylerin yerini sadece ben bilirim. Salonda, halının altına yapışmış bir tel toka var. Kütüphane rafının köşesinde bir topluiğne var… Pencerenin pervazının köşesinde dikine duran bir gömlek düğmesi var… Bir de portmanto çekmecesinin dibinde yassı ampul kutusu… Saklanmışlar. “Hişşt!” diyor onlar, “Kimseye söyleme,” diyorlar. Benim onları kontrol etmem lazım tek tek.
Gömlek düğmesini babam televizyonda haberleri izlerken –“DEV-YOL’a mensup militanlar…”– kopardı. Gözünü televizyondan ayırmadan pencerenin içine koydu. Düğme yuvarlanıp, yavaşlayıp tekerlek gibi durmuştu. Ben şaşırmıştım o zaman, “Aaa!” demiştim. Babam televizyona baktığı için –“İnfaz etmişler çocukları, Allah belasını versin be!”– görmez beni. Gülmüştük biz o zaman. Düğmeyle ikimiz yani.
Tel toka acıdı ama. Annem gazeteyi açtı sabah, kahvaltı hazırlayacaktı, sucuklu yumurtalı kahvaltı. Başını sayfaya eğdi, böyle, darı yiyen güvercin gibi, böyle, o zaman tel toka düştü saçından. “Ayyy!” diye düştü, tınnn diye ses çıktı. Orada kalacaktı ama annem ayağıyla terliğini ararken ayağı terliği bulamadı, ittiriverdi tokayı halının altına. –“Aydın! Aydın! Kalk! İrfan’ı almışlar!”– Toka halının altına girdi. Baktım ben, yaşıyordu. Ama orada kalmak istiyordu. “Hişşşşt!”
Kütüphane rafının köşesine yerleşen topluiğne çok sinsi. Karganın peynirini alan tilkinin bıyıkları gibi kıs kıs gülüyor hep. Anneannemle alay ediyor. Önlüğümün eteği, tam çıkarken aniden yırtılınca –okulun da zili çalmasın mı!– anneannem iki topluiğneyle geldi:
“Işığa gel bakayım, gözüm görmüyor.”
Bir iğne yetince ötekini kütüphaneye koydu. Topluiğne sessiz sessiz yuvarlanıp köşeye yerleşti:
“Dikkat et tonti, dizine batmasın.”
İğne işte o zaman gülmüştü. Kıs kıs kıs…
“Annaaneee! Topluiğne gülüyor!”
“İlahi Ayşe!”
Anneannem eğilince kalkınca, yanak derisinin altında olan mavi kırmızı iplikçikler var, onlar çıkar:
“Güler onlar tonti, aldırma sen!”
Çok gülmüştüm ben. Ama anneannem topluiğnenin güldüğünü hatırlamaz şimdi. Portmanto çekmecesinin dibindeki yassı ampul kutusunu da hatırlamıyor mesela.
Telefon çalmıştı. Anneannem, “Buyrun efendim,” demişti:
“Kim dediniz evladım? Önder… Sevgi evde değil evladım… Bir dakika, alayım numaranızı. Ankara Oteli mi dediniz evladım?”
Anneannem boş ampul kutusunu eliyle düz yapıp, –yedinin çengelini uzun yapıyor, ikiyi de yuvarlak yuvarlak yapıyor, birin de altını iyice çiziyor– çekmecedeki yarım kurşunkalemle numara yazdı. Annem gelince hemen fısır fısır bir şey dedi anneannem, ampul kutusunu anneme verdi. Ama babam hemen annemin arkasından girince, annem ampul kutusunu çekmeceye attı, dibine doğru:
“Kimse değil. Leyla aramış da, annem numarasını almış.”
Annem korktu ama neden korktu?
Sonra baktım ben, Leyla yazmıyor ki orada! Önder de yazmıyor. Numara var yalnız. Anneannem unuttu belki. Belki de Önder yazmayı bilmiyor. Yassı ampul kutusu, “Hişşşt!” dedi.
Kokuları da bir tek ben biliyorum bence. Mesela anneannem çok güzel koktuğunu bilmiyor. Onun odası da anneanne kokuyor. “Ay aman geçmiş gün, unuttum gitti şimdi” kokuyor anneannemin kapısının arkasında asılı tülbentler. Misafirlik terlikleri “İlahi! Çok yaşa e mi!” kokuyor. Çekmecesi pudra kokuyor, geceliği pötibör bisküvi. Gözünü kapatınca insanı güldürür. Dikiş makinesi tıkır tıkır kokuyor, öğlen uykusu gibi. Zetina o, kahverengi kokuyor, şekerli yağ gibi.

Anne ile babanın odasında uyku kokusu kalmamıştır hiç şimdi. Sabah olur o. Yatak dağınık kalınca, pikenin altına girerim ben, orada uyku kokusu kalmış olur ama yakalamak için pikeyi açınca kaçar. Zaten koklayınca hemen biter.
O zaman salona gidiyorum ben. Böyle tek başıma evde gezince eşyalara da bir şey oluyor. Gözleri yok, ağızları da; ama çok dikkatli bakınca, hiç gözünü kırpmazsan olur böyle, her şeye bir şey oluyor. O zaman masanın içi homurdanıyor. Akşamları herkes gelince susuyor masa. Ama gündüz, anneannem uyurken mesela, bir ses oluyor. Parlak kokuyor masa. Koltukların belleri ağrıyor bazen, yanları ağrıyor. Merhem kokuyorlar o zaman, anneanne merhemi.
Hep üzüntülü kokuyor salon. Sessiz gibi. Jale’anım Teyzelerin evi gibi kokmuyor. Onların teyplerinde müzik çaldığı için, hem de Jale’anım Teyze kırmızı oje sürdüğü için –bir de topuklu terlikleri var onun– onların evi, kokulu silgi kokar. Onlar esas tabii haberlere hiç üzülmedikleri için. Jale’anım Teyze’nin kocasının bıyığı yok bir de, ondan da üzülmüyor onlar haberlere. Jale’anım Teyzelerin Hafta Sonu gazeteleri var, Ses dergileri var. Orada neşeli şeyler oluyor. Ayıp gibi olduğu için annemle babam sevmez Jale’anım Teyzeleri. “Ama yine de insanlar.” Biz haberlere üzüldüğümüz için başka türlüyüz. Babamın bıyığı hep televizyonda ölenlere benzediği için üzülürüz biz haberlere.
Ben de büyüyünce haberlerdeki ablalara benzeyeceğim için –tabii bu biraz korkunçlu olabilir ama başka çare yok– o zaman annem gazetelerde beni görecek. Babam haberlerde fotoğrafıma bakacak. Birbirlerine bağıracaklar, “Sevgi!” diyecek babam, annem, “Aydın!” diyecek. Onlar sadece o zaman konuşur, birini “aldıkları” zaman. Beni de “aldıkları” zaman işte…
“İlahi Ayşe! Uyumadın mı evladım sen! Ayşe! Ne oluyor tonti? Ağlıyor musun evladım? Kötü rüya mı gördün? Rüya o Ayşe! Gel bakayım sen buraya. Annenler gelmeden, Samim Abinlere gideceksiniz ya akşam, Rus salatası yapalım. Mayoneze yağı döküyorsun ya sen yavaş yavaş. Haydi!”
Anneannemin memelerinin arasından inen çizgideki ter ne güzel parlıyor…
Aydın Bakar
“Dur Aydın Bey sen eğilme, topluyorum ben kâğıtları… Bu ne yahu? ‘Tür-ki-ye-de Ö-lüm-ler ve Se-bep-le-ri Üzerine Rapor’… Ne o Aydın Bey? Âli devletimiz şimdi de işlettiği cinayetlerin nedenlerini mi yazdırıyor senin gibi uzmanlara? Daha ne kadar geberecekmişiz bilebiliyor mu sizin Devlet Planlama Teşkilatı? Getirme Allah’ını seversen şu raporlarını meyhaneye be abi!”
“Boş ver Reşit, boş ver. Sen şu koliyi alsana elimden… Sağlam bir yere koy da, giderken unutturma gözünü seveyim.”
Tavukçu Meyhanesi yine duman altı, Dedektif geldi mi acaba?
“Dedektif seni her zamanki masada bekliyor Aydın Bey. O yükünü aldı. Sana da duble getireyim?”
“Rakı ver de servis açma hiç Reşit. Yemeğe gideceğiz akşam. Az oturup kalkarım zaten.”
Dedektif de tırnaklarını kemirmekten vazgeçemedi, çocuk gibi. “Hemen buluşalım,” dediğine göre de önemli bir şey buldu.
“Aydın Abi! Buradayım! Hoş geldin abi. Nasılsın?”
“Yoruldum yav Nahit. Daireden beri koli taşımaktan…”
“Nedir abi koli?”
“Avize Dedektif, avize!”
“Hayrola abi? Ampul olmayan memlekette…”
“Bizim bir arkadaş… Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin işten attırdığı uzmanlardan. Avize satıyormuş. Çocuk Harvard’da yüksek lisans yaptı ama işte… Yerine bir ülkücüyü getirdiler. Bizim odaya oturttular. Katil midir nedir! Neyse işte o atılan çocuk avize işine girmiş de…”
“Abi yine mi?!”
“Öyle deme Dedektif. Yeni de çocuğu olmuştu oğlanın–”
“Abi hiç anlatma, geçen hafta nevresim takımıydı, önceki hafta çelik tencere takımı… Türkiye solunu çerçöp alarak tek başına abat edeceksin Aydın Abi!”
“Sen de harpte tek tek katil yakalıyorsun Nahit! Seninki daha mı isabetli kardeşim?”
Gülmeye çalıştık da olmadı tabii. Dedektif de tatsız, belli.
“Yine mi bu Hergün pisliği okuyorsun Dedektif? Getirme gözünü seveyim şu cürufu buraya.”
“Öyle diyorsun da abi, bak! Bu yazıya bak abi.”
“Gözünü seveyim Nahit, biz bu heriflerle her gün Planlama’nın koridorlarında ne zaman bizi şişleyecekler diye–”
“Necip Fazıl ‘Ülkücüye Kaside’ diye bir şey yazmış da ona bakıyordum. Bir de her gün bunu TRT’ye çıkarmazlar mı! Bak dinle bak. ‘Sen Allahsızın nefret, vatansızın vahşet, namussuzun dehşet, yüreksizin heybet, başıboşun mihnet, devrimbazın zulmet, eyyamcının şirret, inmelinin sıklet, anarşistin devlet, komünistin illet sandığı ve tanıdığı sen, bütün bu menfilerin topyekûn ve müşterek düşmanı olduğuna göre acaba nasıl bir müspet belirtmekte ve belirtme yolundasın?’”
“Yav Nahit–”
“Abi dinle bir dakika. ‘Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı olabilmen, hayati bir katiyetle ispat eder ki, sen sandığım ve tanıdığım gibi olmak, böyle bir sanılma ve tanınmanın kıymetini gerçekleştirmek borcundasın. Sanıldığın ve tanındığın gibi ol!..’ Nasıl?”
“Muhteşem Nahit!.. Yahu sen kendine işkence etmek için mi–”
“Abi sağ teröre bakan ekipte olunca mecbur takip ediyoruz.”
“Bırak şimdi bu müstesna edebiyatı da–”
“Abi öyle diyorsun da, bu itler birbirlerine mektup yazıyor buradan, takip ediyorum. Bak ‘Ülkücüden ülkücüye’ diye bir köşe yapıyorlar–”
“Ne bu yav! Hatıra defteri mi?”
“Gün Sazak’ı öldürdüler ya şimdi, faşistler, ‘Gerekirse gök kubbeyi komünistlerin başına yıkacağız,’ dedikten sonra… Takip etmek lazım abi ne diyorlar diye.”
“Bırak bırak, sen niye çağırdın beni? Bir gelişme mi var?”
“Var da abi senin bugün ekstra canın sıkkın gibi. Hayırdır?”
“Ekstra ne oğlum! ‘Fazladan,’ desene. Sen de mi Amerikan özentileri gibi…”
Ters oldu bu laf! Etmeseydim iyiydi. Bir de öyle kırgın bir “eyvallah” yayı çizdi ki havada başıyla… Lafı değiştirmek lazım:
“Samsun 50 lira olmuş karaborsada diye duydum. Doğru mu Dedektif?”
“…”
“Ooof Nahit of!..”
Dedektif de bazen böyle aniden, sanki masum bir zanlıyı sorgular gibi eğiliyor insanın üzerine:
“Anlatsana abi, bir şey olmuş sana?”
“Ne yapacağız biz Nahit? Anasını satayım!.. Bizim Devlet Planlama’daki odacı Hasan Efendi…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Dört Günlük Bir Aşk

Editor

Kayıp Ruhun Zindanı – Esrarname II

Editor

KÜÇÜK AĞA

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası