Roman (Yabancı)

Ekmeğimi Kazanırken

ekmegimi kazanirken 5ed40ae7b7bbfEkmeğimi Kazanırken, Gorki’nin otobiyografik üçlemesinin ikinci kitabıdır. Yazarın hayatı ve insanları tanıma, Rus orta sınıfının, köylülerin, işçilerin mücadelelerine tanık olma sürecini anlatır. Gorki, kendi hayat hikâyesinden, çocukluğundan yola çıkarak kaleme aldığı bu romanda kendi yaşamının yanında Rusya’nın içinde bulunduğu durumu da anlatır.

10 yaşında, bir ayakkabı mağazasında başlayan çalışma hayatı üniversiteye başladığı zamana dek aralıksız devam eder. Yazları gemilerde çalışır; kışları ise hoşlanmadığı, dedikoducu, hayattan zevk almayan akrabalarının yanına döner. Bir süre kuş avcılığı yapar sonra bir ikon atölyesinde çalışır. Böyle iş değiştirerek yaşadığı yıllarda hem insanları ve hayatı gözlemler hem de kitapları keşfeder. Okuma tutkusu onu gerçek hayatın çirkinliklerinden uzaklaştırır, başka bir hayatın olabileceğini anlamasını sağlar. Ona güç veren bir diğer şey ise büyük bir sevgi ve hayranlıkla bağlı olduğu ninesi ve tanıştığı iyi insanlardır.

“Gorki insanlar yaşadıkça yaşayacaktır. Çünkü yeryüzünün en büyük şairidir.”
Nazım Hikmet

***

Maksim Gorki

Aleksey Maksimoviç Peşkov, daha çok bilinen adı ile Maksim Gorki, nakliyecilik yapan babasını beş yaşındayken kaybeder. Annesi yeniden evlenince doğum yeri olan Novgorod’a döner. Onbir yaşında annesini de kaybeder ve anneannesi ve büyükbabası tarafından Astrahan’da büyütülür. Masalları ile büyüdüğü anneannesinin, üzerinde büyük etkisi vardır. Gorki, yalnızca birkaç ay okula gidebilmiştir. Sekiz yaşında çalışmaya başlar, bu sayede Rus işçi sınıfının yaşamını yakından tanır. Bir gemide bulaşıkçılık yaparken Gorki’yi okuma merakı sarar. İlk gençlik yıllarını Kazan’da geçiren Gorki, 1887 yılında intihar girişiminde bulunur. Sonraki beş yıl boyunca değişik işlerde çalışarak, daha sonra yazılarında kullanacağı pek çok izlenimi edindiği büyük Rusya turuna çıkar. Gorki’nin daha sonraki eserlerinde görülen güçlü betimlemeler ne kadar keskin bir gözlemci olduğunu gösterecektir.

Gorki, 1892 yılında Tiflis’te Kafkasya gazetesinde çalışmaya başlamıştır. Yoksullukla ve acıyla dolu bir hayat geçirdiği için Rusça’da acı anlamına gelen Gorki takma adını kullanmaya başlar. 1895 yılında bir dergide Çelkaş adlı öyküsü ile ünlenir. Öyküleri yayınlandıkça ünü hızla yayılır. Gorki’nin 1898 yılında yayınlanan ilk kitabı Hikâye Denemeleri yazarlık kariyerinin başlangıcı sayılır. İlk romanı Foma 1899’da yayınlanır. Bu dönemde sağlam bir olay örgüsü kuramaması ve yaşamın anlamı üzerine uzun felsefi tartışmalara girmesi romanlarının başarısını düşürür. 1906’da yazdığı ve Rus devrimine adadığı Ana en başarılı romanıdır.

Gorki, Çar rejimine açıkça karşı çıkmış ve bu yüzden birçok kez tutuklanmıştır. Çarlık tarafından kontrol ve baskılara maruz kalmıştır. 1901’de Fırtına Kuşunun Türküsü adlı eserinden dolayı tutuklanmıştır. Kısa sürede serbest kalarak Kırım’a gitmiştir. Gorki, birçok devrimci ile tanışmış, 1902 yılından itibaren ise Lenin’le aralarında yakın bir arkadaşlık oluşmuştur. Gorki, 1905 yılında Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’ne resmi olarak üye olur ve Bolşeviklerle beraber hareket eder. 1905 Devrimi’nde önemli rol oynayan Bilgi isimli yayınevini kurar. 1906’da ABD’ye seyahat eder ve bir süre orada yaşar. 1913’te tekrar Rusya’ya döner ve Rusya’nın I. Dünya Savaşı’na girmesine karşı çıkar. Gorki, bu dönemde yayınlanan gazetelerde Bolşeviklerin iktidara el koymasını eleştirir. Lenin, Gorki ile sık sık mektuplaşır ve aralarındaki dostluğa zarar vermemek için Gorki’yi bu mektuplarda ikna etmeye çalışır. Bu yıllar, Gorki ile Bolşeviklerin fikir ayrılıkları olarak tanımlanacak tartışmalarla geçmiştir. Ancak Gorki’nin Parti ile ilişkisinde tam anlamı ile bir kopukluk veya destekten bahsetmek mümkün değildir.

Gorki bu yıllarda tüberküloza yakalanır ve İtalya’ya göç eder. 1921 ve 1929 yılları arasında burada kalır. 1932’de Stalin, Gorki’yi ülkeye kesin dönüş yapmaya çağırır ve ülkesinde büyük bir memnuniyetle karşılacağını garantiler. Gorki’nin İtalya’dan geri dönüşü Sovyet zaferinin büyük bir propagandası olur. Gorki’ye Lenin Nişanı verilir ve eskiden milyoner Ryabuşinskiy’e ait olan ve şimdi Gorki müzesi olan Moskova’daki malikaneye yerleştirilir. Ancak Stalinist baskı arttıkça ve özellikle 1934 yılında Sergey Kirov Suikastı’ndan sonra Gorki Moskova’daki evinde bir nevi hapis hayatı yaşar.

Maksim Gorki, oğlunun 1935’teki ani ölümünü takiben 1936 yılında hayatını kaybeder. Her ikisinin de ölümü şüphelidir. 1938’de Buharin’in mahkemesinde Gorki’nin NKVD başkanı Yagoda tarafından öldürüldüğü itiraf edilmiştir.

I

Artık kendi ekmeğimi kendim kazanıyorum. Şehirde, ana cadde üzerindeki “Moda Ayakkabı Mağazası”nda çırağım.

Yeşile dönen kirli dişleri ve canlılığını kaybeden gözleri olan patronum; esmer, geniş suratlı, ufak tefek, tombul bir adam. Gözlerinin iyi görmediğini düşünüyor ve bunu daha iyi anlayabilmek için yüzümü buruşturuyorum.

Sert bir ses tonuyla, “Suratını öyle ekşitip durma!” diye sesleniyor. İfadesiz bakan bu gözlerin beni izliyor olması hiç hoşuma gitmiyor. Bu kadar iyi görebildiği duygusu beni ayrıca rahatsız ediyor. Acaba yüzümü buruşturduğumu sadece tahmin ediyor olabilir mi?

Kalın dudaklarını hemen hemen hiç oynatmadan, biraz evvelkinden daha yavaş bir şekilde bana tekrar bağırıyor:

“Suratını ekşitme dedim sana!”

Çok geçmeden kuru fısıltısını yeniden duyuyorum.

“Ellerini kaşıma! Şehrin ana caddesinde, birinci sınıf bir mağazada çalışıyorsun, bunu sakın aklından çıkarma! İyi bir çırak, kapının yanında bir heykel gibi hareketsiz, dimdik durur!”

Heykel dediği nasıl bir şeydir bilmiyorum. İki kolum da dirseklerime kadar uyuzdan kaynaklanan kırmızı benekler ve yaralarla kaplı olduğu için öylesine kaşınıyor ki onları kaşımadan duramıyorum. Patron ellerime bakarak; “Evdeyken ne iş yapıyordun?” diye soruyor.

Anlatıyorum. Gri saçlarla kaplı yuvarlak kafasını iki yana sallayarak; “Paçavracılık yapmak dilencilik yapmaktan da, hırsızlık yapmaktan da kötüdür.” diye homurdanıyor.

Gururla; “Hırsızlık da yaptım.” diye lafa giriyorum.

Bunu duyar duymaz kedinin tırnaklarını çıkardığı gibi, ellerini ceketin kolundan dışarı uzatarak, yazı masasının üstüne koyuyor. Ürkek ve boş bakan gözlerini yüzüme dikip, “Nee? Hırsızlık yaptım da ne demek?” diye tıslar gibi soruyor.

Nasıl hırsızlık yaptığımı ve ne çaldığımı anlatıyorum.

“Neyse, şimdilik bunu bir kenara bırakalım ama benden ayakkabı ya da para çalmaya kalkarsan, seni hapse attırırım ve ergenlik yaşına kadar oradan çıkamazsın.”

Bunları söylerken o kadar sakin ki, ondan iyice korkuyorum ve huzursuzluğum ikiye katlanıyor.

* * *

Mağazada ben ve patronum dışında kuzenim Saşa Yakavav ile işini bilen bir adam olan, yılışık baş tezgâhtar çalışıyordu. Saşa’nın üzerinde devetüyü renginde küçük bir ceket ve uzun bir pantolon olur, kolluk ve kravat takardı. Beni fark etmezmiş gibi, kibirli bir tavırla ortalıkta dolanırdı.

Dedem beni elimden tutup patronun yanına götürdüğü zaman, Saşa’dan bana işi öğretmesini ve göz kulak olmasını istemiş; Saşa, kurumlu bir tavırla kaşlarını çatarak; “Ama sözümden dışarı çıkmayacak!” diye ikaz etmişti.

Elini başımın üstüne koyan dedem bana doğru eğilerek; “Onun sözlerini dinle. O senden hem yaşça büyük, hem de deneyimli.” demişti.

Saşa gözlerini bana dikip, “Dedenin sözlerini sakın unutma!” diye tembihledi.

Bu olaydan sonra daha ilk günden başlayarak yaş ve deneyim olarak benden üstün olmasının bütün avantajlarını büyük bir keyifle kullanmaya başladı.

Patron ona dönerek, “Kaşirin, gözlerini öyle belertip durma!” dediğinde, Saşa başını öne eğerek:

“Ben bir şey yapmadım ki!” derdi. Ama patron onu rahat bırakmıyordu.

“Tos vuracakmış gibi başını öne eğme, müşteriler seni teke sanacaklar.”

Saygısız görünmemeye çalışan kırmızı suratlı tezgâhtar usulca gülüyor, patron dudaklarını garip bir şekilde uzatıyor, kıpkırmızı kesilen Saşa, tezgâhın arkasına saklanıyordu.

Bu konuşmalardan hiç hoşlanmıyordum. Zaten kelimelerin çoğunun anlamını bilmiyordum. Hatta bazen, bu insanların başka bir dilde konuştuklarını sanıyordum.

Bir kadın müşteri mağazaya girdiği zaman patron elini cebinden çıkarır, bıyıklarını düzeltir ve bu hareketin ardından yüzüne tatlı bir gülümseme yapıştırırdı. Gülümsediği sırada yanakları kırışıklıklarla dolar ama boş bakan gözlerinin ifadesi değişmezdi. Tezgâhtar göğsünde birleştirdiği kolları ile dimdik durur, saygıyla ellerini havaya kaldırır; Saşa, patlak gözlerinin saklamaya çalışırmış gibi ürkek bir tavırla gözlerini kırpıştırırdı. Ben ise kapıda dikilir, kimsenin dikkatini çekmeden kollarımı kaşıyarak satış törenini izlerdim.

Müşterinin önünde diz çöken tezgâhtar elleri titreyerek, sanki kadının ayağını kırmaktan korkar gibi büyük bir özenle ayakkabıları giydirip çıkarırdı. Hâlbuki kadının bacağı genellikle öylesine kalın olurdu ki, ters çevrilmiş yuvarlak bir şişeye benzerdi.

Bir keresinde kadının biri ayağını sallayıp kirpi gibi toplanarak, “Ah, beni nasıl da gıdıklıyorsunuz!” demişti.

Tezgâhtar telaşlı ve kendini korumaya çalışır gibi bir tavırla; “Nazik olmaya çalışıyorum efendim.” diye açıklama yapma gereği hissetmişti. Gelen kadın müşterilere karşı takındığı tavırlar beni her zaman çok güldürürdü. Başımı kapının camına yaslar, gülmemek için kendimi zor tutardım. Ancak, satış yapabilmek için müşteriye kene gibi yapışmasını ve yapmacık tavırlarını izlemekten de kendimi alamazdım. Ne kadar uğraşsam da elimi ve parmaklarımı onun gibi nazik bir şekilde kullanamayacağımı ve ayakkabıyı bir başkasının ayağına böylesine ustaca giydiremeyeceğimi düşünürdüm.

Patron sık sık Saşa’yla birlikte tezgâhın arkasında bulunan küçük odaya geçer, tezgâhtarla müşteriyi baş başa bırakırdı. Tezgâhtar bir keresinde, kızıl saçlı bir kadının bacağına hafifçe dokunduktan sonra, elinin üç parmağını bir araya getirerek öpmüştü.

Kadın iç çekip, “Ne kadar yaramazsınız!” deyince, tezgâhtar yanaklarını şişirerek; “Mm-uh!” diye garip sesler çıkarmıştı.

Bu sahne bana o kadar komik gelmişti ki, az kalsın gülmekten yere düşecektim. O sırada yere yuvarlanmamak için tutunduğum kapı kolu döndü ve kapı açıldı. Kafam hızla kapının camına çarptı ve cam kırıldı. Tezgâhtar zıplayarak üzerime yürürken, patron ağır altın yüzüğüyle kafama vuruyor, Saşa da kulağımı çekmeye çalışıyordu. Yetmezmiş gibi bir de akşam eve dönerken azar işittim:

“Bunda gülecek ne var anlamadım ki? Böyle şeyler yaparsan kapı dışarı edilirsin ona göre.”

Kadınların hoşuna giden bir tezgâhtarın, daha çok satış yapacağını anlatmaya çalıştı.

“Bir kadın ayakkabıya ihtiyacı olmasa bile, hoşuna giden tezgâhtarı görmek için ayakkabı alabilir. Senin kafan bunu almıyor! Çok işimiz var seninle!”

Bu söz beni incitmişti. Benimle ilgilenen kimse yoktu, Saşa da bunlara dahildi.

Aşçı kadın hasta ve sinirli biriydi. Beni sabahları Saşa’dan bir saat evvel uyandırırdı. Patronun, tezgâhtarın ve Saşa’nın ayakkabılarını ve elbiselerini temizler, semaveri yakar, bütün sobalar için odun taşır, öğle yemeği için tabakları yıkardım. Mağazaya gidince yeri süpürür, toz alır, çayı hazırlar, müşterilerin paketlerini teslim ettikten sonra, öğle yemeğimi yemek için eve geri dönerdim. Ben bu işleri yaparken kapıda bekleme işi Saşa’ya kalırdı. Bu işi yapmak gururuna dokunduğu için, “Tembel herif! Senin işini de biz yapıyoruz.” diye beni azarlardı.

Sabahtan akşama kadar Kanavino’nun kumlu sokaklarında, bulanık Oka nehri kıyısında, kırlarda, ormanlarda kendi başıma yaşamaya alışık olduğum için bu durum beni çok üzüyor, canımı sıkıyordu. Ninemi ve arkadaşlarımı özlüyordum. Konuşabileceğim kimse yoktu. Hayatın karanlık yüzünü görmek beni öfkelendiriyordu.

Bazen kadın müşteriler hiçbir şey almadan gider, o zaman üçü de kendilerini incinmiş hissederlerdi. Patron tatlı tatlı gülümsemeyi bir kenara bırakır ve “Kaşirin, ortalığı toparla!” diye emrederek küfürler yağdırmaya başlardı.

“Şu domuzun yaptığına bak! Dükkânın altını üstüne getirip hiçbir şey almadan gitti! Salak karı, evde canı sıkılınca mağaza mağaza dolanıyor. Ah, sen benim karım olacaktın ki, ben sana…”

İncecik, kara gözlü, koca burunlu karısı onunla konuşurken tepinir ve sanki uşağıymış gibi sürekli emirler yağdırırdı.

Bir kadın müşteriyi kibar bir şekilde selamlayıp, tatlı sözlerle uğurladıktan sonra, utanmadan arkasından demediklerini bırakmazlardı. İçimden, sokağa fırlayıp koşarak kadına yetişmek ve hakkında neler söylediklerini anlatmak gelirdi.

İnsanların birbirlerinin arkasından kötü sözler söyleyip, dedikodu yaptıklarını biliyordum. Ama bunlar sanki dünyanın en iyi insanlarıydı ve dünyayı yargılama görevi onlara verilmişti. Kıskanç oldukları için kimseyi övmezler, herkes hakkında arkalarından konuşacak kadar bir şeyler bilirlerdi.

Bir gün mağazaya kırmızı yanaklı, gözleri ışıl ışıl parlayan genç bir kadın gelmişti. Üzerinde, yakası siyah kürklü kadife bir manto vardı ve yüzü, eşi benzeri olmayan bir çiçek gibi kürkün üzerinde parlıyordu. Mantoyu sırtından çıkarıp Saşa’nın eline bıraktığında güzelliği sanki bir kat daha artmıştı. Kulaklarındaki pırlantalar göz kamaştırıyor ama gri mavi bir elbisenin sımsıkı sardığı zarif vücudunun yanında sönük kalıyordu. Masallardaki kadar güzel diye düşünmüştüm. Valinin karısı olmalıydı, bundan emindim. Kadını sanki bir tanrıçayı karşılarmış gibi önünde eğilip, tatlı iltifatlara boğarak, özel bir saygıyla karşıladılar. Üç adam mağazanın içinde oraya buraya koşuşturmaya başlamıştı. Dolapların camlarına yansıyan görüntüleri sanki tutuşup eriyor, başka başka şekillere dönüşüyordu.

Kadın oyalanmadan pahalı bir ayakkabı seçip gider gitmez patron, dudaklarını büzerek ıslık çalar gibi: “Kancık” dedi.

Tezgâhtar ise hor gören bir tavırla, “Tek kelimeye şırfıntı” diye söze girdi. Sonra birbirlerine kadının âşıklarını, gönül maceralarını anlatmaya başladılar.

Öğle yemeğinden sonra patron, mağazanın arkasındaki küçük odaya uyumaya gidince, ben de altın saatini açarak, içine sirke damlattım. Uyandıktan sonra, saatine bakarak şaşkınlık içinde homurdanmasını izlemek beni pek mutlu etti.

“Saatim nem yapmış! Bu hiç hayra alamet değil! Saatin durduk yerde nem yapması olacak şey değil! Başımıza bir uğursuzluk mu gelecek acaba?”

Mağazadaki koşturmaca ve evdeki işlerin çokluğu bile içimdeki ağır can sıkıntısını gidermeye yetmiyordu. “Mağazadan kovulmak için bir şeyler yapmalıyım” diye düşünmeye başlamıştım.

Üstleri başları kar tutmuş insanlar mağazanın önünden sessizce geçer sonra kaybolup giderlerdi. Sanki cenazeye geç kalmışlar, herkes ölüyü gömmek için onları bekliyormuş gibi aceleyle hareket ederlerdi. Atlar, kar yığınlarının üzerinden geçebilmek için uğraşır, sarsılarak hareket edebilirlerdi. Mağazanın arkasındaki kilisenin çanı her gün bir evvelki günden daha endişeli gelirdi. Büyük perhiz zamanında, çan her çaldığında, kafama yastıkla vuruluyormuş gibi bir hisse kapılırdım. Canım yanmazdı ama sersemler ve kulaklarımın sağır olduğunu hissederdim.

Bir gün mağaza kapısının önündeki avluda, yeni gelen malları sandıktan çıkarıp ayırırken yanıma kilisenin bekçisi geldi. İki büklüm duran ihtiyarın üzerindeki paçavralar sanki köpekler tarafından parçalanmış gibi yırtık pırtıktı.

“Bir çift lastik çalıp verir misin?” diye sordu.

Cevap vermedim. Boş bir sandığın üzerine oturup esnedi, ağzının önünde haç çıkardı ve tekrar sordu:

“Veremez misin?”

“Hırsızlık yapmak doğru değildir.” diye cevapladım.

“Ama yine de herkes çalıyor. Bu ihtiyarı geri çevirme!”

Birlikte yaşadığım insanlara hiç benzemiyordu, bu hoşuma gitmişti. O an benim hırsızlık yapabileceğimi anladığını hissetmiştim. Ona vitrinden bir çift lastik vermeyi kabul ettim. Hiçbir sevinç belirtisi göstermeden, sakin bir şekilde; ‘‘Tamam o zaman!” dedi. “Beni kandırmazsın değil mi? Ama bunu yapmayacağını görebiliyorum.”

Çizmesinin altındaki çamura bulanmış ıslak karları temizledi ve bir süre sessizce oturduktan sonra, kilden yapılmış çubuğunu yakarak tüttürürken aniden yüreğimi ağzıma getiren soruyu sordu:

“Ya ben seni kandırırsam? Patronuna gidip bu lastikleri bir rubleye bana sattığını söylersem, ne yaparsın? Bunların fiyatı iki rubleden fazladır ama sen bana yarı fiyatına satıyor, sanki hediye ediyorsun!”

Sesim soluğum kesilmişti, yüzüne baktım. O ise hiçbir şey olmamış gibi çizmelerine bakıyor, çubuğundan savrulan mavi dumanlar eşliğinde burnundan gelen bir sesle konuşmaya devam ediyordu:

“Patronun gelip benimle anlaşmış, git şu delikanlıyı dene bakalım, hırsız mı değil mi anlayalım demişse ne olacak?”

Çok kızmıştım, öfkeyle, “Sana hiçbir şey vermeyeceğim.” dedim. “Söz verdin bir kere! Artık geri dönmek olmaz.”

Elimden tutup beni kendine doğru çekti ve soğuk parmağıyla alnıma vurarak, ağır ağır devam etti:

“Nasıl oluyor da, böyle hiç düşünmeden ‘Al, buyur!’ diyebiliyorsun, ha?”

“Ama sen istedin.”

“Sen bana ne bakıyorsun, ben başka şeyler de isteyebilirim. Kiliseyi soymanı istesem soyacak mıydın? İnsanlara bu kadar kolay inanılır mı hiç? Ah, seni küçük budala!”

Beni iterek ayağa kalktı.

“Ben çalıntı lastik istemiyorum, bey miyim ki lastik giyeyim? Sadece şaka yapmıştım. Böyle saf bir kalbin olduğu için seni paskalya günü çan kulesine çıkarırım, çan çalar, şehri seyredersin.”

“Ben şehri biliyorum.”

“Çan kulesinden daha güzel görünür.”

Çizmelerinin ucu karlara batarak, ağır ağır kilisenin köşesinde gözden kayboldu. Arkasından bakarken korkmuş, düşünüyordum. İhtiyar gerçekten şaka mı yapmıştı, yoksa beni denemek için patron tarafından mı yollanmıştı? Artık mağazaya girmeye korkuyordum.

Aniden Saşa avluya fırlayıp bağırmaya başladı:

“Hangi cehennemdesin?”

Birdenbire öfkeden kudurmuş gibi elimdeki kerpetenle üstüne yürüdüm.

Tezgâhtarla birlikte mağazadan mal çaldıklarını biliyordum. Bir çift ayakkabı ya da terliği soba borusunun içine saklar, akşam çıkarken de paltolarının kollarına sokarlardı. Bundan hoşlanmıyor, patronun tehdidini hatırlayınca korkuyordum.

Saşa’ya, “Sen hırsızlık yapıyor musun?” diye sordum.

Sertçe; “Ben değil ama baş tezgâhtar yapıyor.” dedi. “Ben sadece ona yardım ediyorum. ‘Bana yardım et!’ diyor. Onu dinlemek zorundayım, yoksa bana kötülük edebilir. Patron her şeyin farkında… Kendisi de tezgâhtarlıktan mağaza patronluğuna yükselmiş bir adam. Yani çeneni kapalı tut!”

Konuşurken bir yandan aynaya bakıyor, bir yandan da tezgâhtarın yaptığı gibi parmaklarına garip şekiller vererek kravatını düzeltiyordu. Büyüklüğünü ve otoritesini her fırsatta göstermeye çalışıyor, tok bir sesle beni azarlıyor, midemi bulandıran bir hareketle kolunu uzatarak emirler yağdırıyordu. Ondan daha uzun boylu ve daha güçlüydüm ama hantal ve ince yapılıydım. O kısa boylu ve yağlı olmasına rağmen hareketleri çok çevikti. Ceketinin ve uzun pantolonunun içinde önemli ve ciddi biri gibi görünüyordu. Ne olursa olsun onda hoşuma gitmeyen, bana komik gelen bir şey vardı. Aşçı kadından nefret ederdi; tuhaf bir kadındı o da gerçekten, iyi mi kötü mü olduğunu anlamak mümkün değildi.

Kara gözleri çakmak çakmak olan bu kadın: “Hayatta en sevdiğim şey kavga dövüştür.” derdi. “Ne dövüşü olursa olsun benim için fark etmez; ister horoz, ister köpek, ister insan dövüşü olsun; benim için fark etmez!”

Avluda horozlar veya güvercinler dövüşürken işini gücünü bırakır, pencereden sakin sakin sonuna kadar onları izlerdi.

Akşam olduğu zaman Saşa’yla bana, “Çocuklar, boş boş oturacağınıza dövüşsenize!” derdi.

Saşa da; “Aptal karı, ben çocuk muyum, ikinci tezgâhtarım.” diye kızardı.

“Benim için öylesin işte. Bir erkek evlenene kadar çocuktur!”

“Odun kafalı, aptal karı.”

“Şeytan akıllıdır ama Allah onu dışlamıştır.”

Sürekli kullandığı atasözleri Saşa’nın sinirlerini bozar, ona sataşmadan duramazdı. Kadın da, göz ucuyla bakar ve nefretle, “Seni gidi hamamböceği, zavallı yaratık!” derdi.

Saşa birçok kez, kadın uyurken yüzüne ayakkabı boyası veya kurum sürmem ya da yastığına iğne batırmam için beni ikna etmeye çalışmıştı. Beni ne kadar zorlasa da, aşçı kadından korktuğum için onu hep geri çeviriyordum. Ayrıca kadının uykusu da hafifti, sık sık uyanır, lambayı yakar, gözünü bir köşeye dikip, yatağında öylece otururdu. Bazen ocağın arkasına, yanıma gelir, beni uyandırıp hırıldar gibi; “Uyuyamıyorum Leksey’ciğim, içimde kötü bir his var, haydi biraz konuşalım.” derdi.

Yarı uykulu bir halde ona bir şeyler anlatırdım. Oturduğu yerde sallanır, hiç konuşmadan beni dinlerdi. Sıcak vücudu günlük ağacı ve balmumu gibi kokuyordu. Yakında öleceğini düşünüyordum. Belki de hemen şimdi, şuracıkta yüzüstü yere kapaklanacak ve ölecekti. Bu hisse kapıldığımda içimdeki korkuyu bastırmak için sesimi yükseltirdim. Ama o beni ikaz ederdi:

“Yavaş! Ötekiler şimdi uyanacak, seni âşığım sanacaklar!”

Yanımdayken hep aynı şekilde, iki büklüm olmuş halde, sivri kemikli bacaklarının arasına soktuğu ellerini birleştirerek otururdu. Göğüsleri neredeyse yok gibiydi. Kaburga kemiklerini patiska gömleğinin altından bile görmek mümkündü. Bir fıçının etrafındaki çemberler gibi tek tek sayılabilirdi. Uzun süren sessizlikten sonra aniden; “Yaşamak dediğin böyle kasvetli bir şey olmasa gerek, böyle yaşamaktansa ölmek daha iyi.” diye fısıldardı.

Ya da sanki uzaklarda birine sesleniyormuş gibi yaparak, “Eeee, bunu da görüp yaşadın, ne oldu peki?” diye sorardı.

Lafımı yarıda keserek aniden ayağa kalkar ve “Uyu!” dedikten sonra hiç ses çıkarmadan bir hayalet gibi mutfağın karanlığında kaybolur giderdi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Altın Böcek ( The Gold-Bug) Hakkında Özet ve İnceleme Edgar Allan Poe

Editor

Eğer Yaşarsam

Editor

SARDALYE SOKAĞI – JOHN STEINBECK

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası