Anı-Hatıra

Geçtim Dünya Üzerinden

gectim dunya uzerinden 5ee738d3679f5Her günbatımı mazide kalan bir dün demektir. Zaman, dünde yaşadıklarımızı bir hırsız edasıyla alıp götürür elimizden. Hayata, yaşanılanlara, gözümüzle kulağımızla şait olduklarımıza dair dudaklarımızın arasından dökülen sözler ise, içinde bulunduğumuz mekanın duvarlarına siner kalır da aşamaz yılları, asırları… Gün akşamlıdır velhasıl, ömür ölümlü… Söz kanatlı… Bugüne mana veren aslında düde kalandır. Bu yüzden hassastır kulaklarımız ötelerde yaşanılmışları kayıt altına alanlara. Biyografi dizimize, hayatta olan bir edebiyat tarihçisinin, Yüksek İslâm Enstitüsünün ilk hocalarından Doç. Dr. Neclâ Pekolcay´ın hatıralarıyla devam ediyoruz. Büyük dedelerin Kafkasya ve Bulgaristan´dan İstanbul´a yaptıkları acı göç hikâyesiyle başlıyor Neclâ Pekolcay´ın hatıratı. Saray vekilharcı Hacı Emin Efendinin kızı, annesi Emine Sâibe Hanım, ve babası Dr. Ali Rıza Bey, bir 93 harbi Kafkas sürgününün oğlu. 1925 yılında Fatih´te eski bir konak yavrusunda hayata “merhaba” diyen Neclâ Pekolcay´ın çocukluk yıllarını anlattığı sayfalar, bir çocuğun yaşayabileceklerinden çok daha fazlasını barındırıyor satırlarında. Bahçeli cumbalı evleriyle eski İstanbul´un sokak hayatını, komşulukları, bugün tarihi eser olarak bile gezme imkânımızın olmadığı konakların iç tanzimini, elimizden uçup giden insani değerleri, kadim terbiyenin bir insan şahsiyetini nasıl şekillendirdiğini vs. pek çok calib-i dikkat hadisenin satır arasından çıkarmak mümkün… Bu hatırat, aynı zamanda bir devrin bitiş, bir devrin başlangıç hikâyesine de tanıklık ediyor. Milletçe geçtiğimiz dar çemberlere, 12 Eylül dönemine tanıklık ediyor. Savaş yıllarında, bir doktor olan babasının cephede yaşadığı, insanı ağlatamadığı için güldüren tirajıkomik hadiseler, bugün yaşadığımız hayatı daha kolay anlamlandırmamızı sağlıyor. Taş mektepten, o devirde en müstesna hocaların bir araya geldiği İÜ. Ed. Fakültesine uzanıyor eğitim yolları Neclâ Pekolcay´ın. İstanbul Üniversitesinden mezun olan ilk kadın filolog olarak tamamlıyor doktorasını. Bir eğitim gönüllüsü olarak hayata atıldığında; kah Fransız mektebine, kah papaz okuluna, kah imam hatibe düşüyor yolu. Hepsinde aynı şevkle, aynı sağlam prensiplerle hizmet veriyor karşısındaki genç kuşağa. Ve son durağı İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü oluyor. Oranın ilk hoca neslinden ve ilk kadın hocalarından biri. İslâmi Türk Edebiyatı kürsüsünün ilk mübeşşiri… İslam Ansiklopedisinin ilk çalışma grubunda yer alan mütevazı bir isim… Ve daha pek çok şey… Bu hatırat, yalnızca bir insanın 80 yıllık ömründe şahit olduklarına değil, aynı zamanda bir devrin hikâyesine tanıklık ediyor. Ve belki de en önemlisi, Hayata “ben” merkezinden değil de “biz” cephesinden bakmanın ne demek olduğunu anlatıyor.

***

İçindekiler

Bir Hatıratın Peşinde / 7

GEÇTİM DÜNYA ÜZERİNDEN

Başlarken / 13

1.    Bölüm: Çocukluğumun Geçtiği İlk Çevre ve Eğitimimin Çerçevesi / 15

2.    Bölüm: Öğrenimimin Geçtiği Çevre /37

İlk Öğrenim Yıllarım / 39

Ortaokul Yıllarım / 43

Lise Yıllarım / 52

Yetişme Çağımda Etkili Olan Kişiler ve Olaylar / 62

Ortaokul ve Lise Hocalarım / 67

Üniversite Çerçevem / 76

Mûzip Arkadaşlar, Hoş Hâtıralar / 81

Fakülte Hocalarım / 85

Doktora Yıllarım / 88

3.    Bölüm: Meslek Hayatımdaki Yokuşlar / 95

İlk Hocalık Yıllarım / 100

Sainte Pulcherie Fransız Mektebi / 103

Yüksek İslâm Enstitüsü / 108

ilk Boykot / 116 Enstitü Hocaları / 120

Marmara ilâhiyat Fakültesi / 123

4.    Bölüm: Emekliliğim / 131

ilk Emekliliğim Sırasındaki Olaylar Zinciri / 133

Unutamadığım Toplantılar / 134

ilk Emekliliğimin Getirdikleri ve Götürdükleri / 136

Ablamın Rahatsızlığı / 139

ikinci Emekliliğim ve Sonrası / 143

5.    Bölüm: Hayatımda Beni En Çok Etkileyen Olaylar / 149

6.    Bölüm: Hâtıraların Hatırlattıkları /151

Bitirirken / 157

VARDIM DÜNYA SAHİLİNE

Başlarken

Çocukluk Dönemim /199

Hadiye Hanım: / 199

Hatice Hanım: / 200

Muzaffer Hanım / 200

Behiye Hanım / 200

Zehra Hanım / 201

Büyüme Dönemimde Tanıdıklarım, Gördüklerim ve İşittiklerim / 205

Orta Öğretim ve Lise Yıllarım / 208

Üniversite Çerçevem / 210

Meslek Hayatım Çerçevesinde Tanıdığım Kişiler ve Şâhit Olduğum Olaylar / 213

Lise Hocalığı Yıllarım / 213

MEB İslâm Ansiklopedisi / 216

İslâm Enstitüsü ve ilahiyat Fakültesi / 221

Akrabâlarım, Arkadaşlarım / 227

Gerçek Dostlarım ve Onların Çocukları / 235

Fâtih Semti Sokaklarının Devamlı Yolcuları / 249

Fâtih ve Bayezid Çevresinin Önemli Yerleri ve Onların Sâkinleri / 251

Kütüphâne Çalışmalarımız (Dünkü ve Bugünkü) / 253

Mesleğimin Oluşmasında Müessir Olaylar ve Kişiler / 257

Hayat Yolumdaki Duraklar ve istasyonlar / 269

Albüm / 281

Bir Hatıratın Peşinde

Yakın ve uzak tarihimizin kronolojisi, coğrafyası, hususiyetlerimiz, milletimizin binlerce yılın içinden akıp gelen, biriken tecrübeleri, kültürümüzün ve gündelik hayatımızın zenginliği, derinliği, renkliliği, insan malzememiz, âdâb-er-kân ve folklorumuz, edebiyat ve musikimiz… gibi unsurlar hesaba katıldığında, hatırat türü eserlerimizin, hem adet hem de muhteva olarak çok zayıf ve yetersiz kaldığı, bu yüzden de birçok şeyin yazıya geçmeden ortalıktan çekildiği, uçup gittiği daha bir kolaylıkla müşahede edilebilir.

Bu zayıflık ve yetersizliğin sebepleri olarak birkaç husus üzerinde durulmuştur; İslâm’da Hıristiyanlık’takine benzer itiraf (günah çıkarma) kültürünün olmayışı, kendinden bahsetmenin ahlâkî olarak zaaf hatta ayıp kabul edilmesi, kültürümüzün birçok veçhesinin yazıya geçirilmekten ziyade şifahî kanallarla aktarılması, XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da giderek daha güçlü bir telif tarzı haline gelen hatırat yazarlığının ağırlıklı olarak şahsî savunmaya dönük subjektif bir mahiyet arzetmesi vs. Yine de hadis ilmiyle irtibatlı olarak erken teşekkül eden tarih ve biyografi yazarlığı geleneğimiz, daha sonraki dönemlerde mahsullerini göreceğimiz tezkire, sergüzeşt, menakıp, gazavat, tabakat, seyahat, vâkıat, şecere… türü eserlerin hiç de azımsanamayacak ölçüde kaleme alınması, bize mahsus güçlü bir damarı ve hatıratla rahatlıkla irtibatlandırı-labilecek bir telif tarzını ortaya çıkaracak ve besleyecektir. Müelliflerimiz kendinden bahsetmenin zorluklarını başkalarından, yani “biz”den bahsederek nisbeten aşmıştır denebilir.

Bugün anladığımız mânada hatırat yazma geleneği, modernleşme tarihimizle, hususiyle de Yeni Osmanlılar’ın ve İttihat ve Terakki mensuplarının biraz da kendilerini savunmak maksadıyla ortaya çıktı ve gelişti, dense yanlış olmaz zannederim. Fakat günümüzde artık her meslekten ve meşrepten insanın hatıra metinleriyle daha çok karşılaşıyoruz. Batıda tarihi daha eski olan, bizde ise yeni yeni mahsullerini gördüğümüz röportaj hatırat metinleri de giderek artıyor. Bunlar memnuniyet verici gelişmeler. Yine de hatırat yazma ile kendinden bahsetmenin ayıp oluşu arasındaki gerginliğin ortadan kalktığı söylenemez. Bir hatırat meraklısı olarak benim de hatıralarını derlemek üzere başvurduğum veya bizzat kendisinin yazmasını istediğim birçok zevat, şahsî hayatlarını öne çıkarma endişesini açık veya zımnen ifade ederek teklifleri geri çevirdiler. Halbuki naçiz kanaatime göre hasbelkader bazı önemli görevlere gelmiş, mühim işler yapmış veya bizim için hayati derecede kıymetli bir kısım olaylara şahitlik etmiş insanların hatta “sıradan” kişilerin bilgileri-hatıraları; onların şahsî bilgi-hatıraları olmaktan öte kamu malı addedilmesi ve bu sebeple de mutlaka yazılı-kayıtlı olarak topluma aktarılması gereken malumat mesabesindedir. Çünkü herkesin hayatı bizden bir parçadır ve herkesteki bize ait parçayı bilmek yani kendimizi daha iyi ve sıhhatli tanımak hakkımızdır.

Muhterem Neclâ Pekolcay Hocamızın hayat tecrübeleri ve hatıraları da bazı bakımlardan biricik denebilecek hususiyetler taşıyor. Hâlâ kendine ve iddiasına yakışır tarihi yazılmamış olan İslâm Ansiklopedisinin ilk çalışma heyetinin içinde yer alması, ilk kadın edebiyatçı akademisyenler grubuna mensup olması, İslâmî Türk Edebiyatı Tarihi sahasının ilk mübeşşirlerinden bulunması, Yüksek İslâm Enstitü-sü-İlahiyat Fakültelerindeki ilk hoca neslinden ve ilk kadın hocalardan biri olması bu biricik hususiyetler arasındadır. İstanbul’un eski bir semtinde, konakların, bahçelerin, sokakların var olduğu bir mahallede büyümüş olması, eğitimli ve muhafazakâr bir ailenin içinden gelmesi, Edebiyat Fa-kültesi’ndeki tahsili, “büyük” hocaları, doktora çalışması, bir ömür süren hocalık tecrübeleri, meslektaşları, kitapları, asistanları, talebeleri, içinde yer aldığı dinî, edebî ve kültürel münakaşalar, sohbetler… Aslında bunlar da biricik.

Hocamız eski nesle mensup bir İstanbul hanımefendisi ve muallimi oldukları için tek başlarına karar verecek olsalardı muhtemelen hatıralarını yazmaz, en azından sağlığında basılmasına müsaade etmezlerdi, diye düşünüyorum. Onun için yayınevinin teklifi ve talebelerinden Hilal Hanım’ın gayretleriyle önemli bir hatırata daha erkenden sahip olabildik. Hatıratın hazırlık aşamalarından kısmen de olsa haberdar olduğum için “kadîm terbiye” yüzünden nelerin yazılmadığını, yazılamadığını, nelerin imalarla, işaretlerle geçiştirildiğini biraz biliyorum. Son halini gözden geçirip hususen merak ettiğim bazı kısımlarını okuduğumda, keşke hocamız bu konuda biraz daha lütufkâr ve cömert davransaydı da başkalarından öğrenme şansımızın olmadığı birçok bilgiye, birçok yoruma, birçok tasvire bu hatırat sayesinde kavuşabilseydik, diye düşündüğümü gizlemeyeceğim. Ama tercih elbette hocamıza aittir ve hocaların tercihleri talebeler için sadece doğrudur.

Bendeniz için Neclâ Pekolcay Hanımefendi elbette bunlardan daha fazla bir şahsiyettir. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde kendilerinin rahle-i tedrisinden geçtim. İlim yanında tevazu, edep, mahviyetkârlık, dikkat, titizlik… Hasılı müşahhas ahlâk gördüm, öğrendim. Yayıncılık yıllarımda Dergâh Yayınları içinde kitaplarının neşrine müdahil oldum, editörlüğünü yaptım. Titizliğini, dikkatini, bitmek tükenmek bilmeyen azmini o sıralarda bir daha müşahede ettim. Hayatının en değerli ve yorucu çalışmalarından biri olan, birçok yazmayı kullanarak adeta yeniden inşa ettiği merhum Süleyman Çelebi’nin Mevlid metnini layıkıyla (metin, nesre çevrilmiş hali, hattat Turan Sevgili’ye yazdırdığımız Arap harfli metni bir arada) neşretmek için birlikte sarf ettiğimiz hayli uzun mesai benim için zevkli ve öğretici hatıralarla doludur. Allah kısmet etti, hem Sainte Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu’nda hem de M.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde hoca-tale-beliğe ilâveten meslektaş olarak da muallimlik yaptık. Zaten o güne kadar adını bile bilmediğim St. Pulcherie’de 15 yıl sürecek din dersi muallimliğimin muharrik kaynağı; hem okula hem de layık görüp bendenize teklif getiren bizzat kendileridir.

Hayatta olan arkadaşları, meslektaşları ve talebeleri için çok kıymetli olan bu hatırat; İstanbul hayatı, Cumhuriyet devri eğitim sistemi, kızların tahsili, üniversiteler, edebiyat-türkoloji eğitimi, İslâm Ansiklopedisi, Yüksek İslâm Enstitüleri, tekpartili yıllardan bugüne değişen ve devam eden sosyal unsurlar gibi konularla alâkadar olan herkes için de çok önemli ve kıymetli. Benim ümidim ve beklentim, hocamızın ahlâkî kaygılar veya vakitsizlik sebebiyle bugüne kadar yazmadıkları, yazamadıkları diğer hatıralarının telifi için bunun bir başlangıç olması ve devamının gelmesidir.

İtiraf kabilinden not: Yayınevi editörü benden bu yazıyı istediği zaman iki gerekçe serdederek uygun bulmadığımı söyledim. Hatırat sahibi hocamın böyle bir yazıyı muvafık görüp görmeyeceği konusunda mütereddit idim. İkincisi, herhangi bir kitaba bir takdim yazılacaksa hoca talebenin kitabına takriz yazabilirdi, talebe hocanınkine değil. Ayrıca kendileri edebiyat hocamdı; hem edebi hem de edebiyatı bilmeli değil mi idim? Fakat yayınevi editörleri benden habersiz bir yolunu bulup hocama söylemişler. Hocam da rahatsızlık duymak bir tarafa memnun kalacağını lütfedip söylemişler. Artık bu yazıyı yazmak benim tercihim olmaktan çıkmış emri yerine getirmek kabilinden farz olmuştu. Malumdur: el-Emru fevka’l-edeb.

Bulgurlu, 20 Mart 2005 İsmail KARA

Geçtim dünya üzerinden…

Başlarken

Meslek hayatının yarısını geçirmiş kişilerin hâtıralarını yazmaları birçok kuruluşlar ve kişilerce arzu edilir ve kalem sâhiplerine teklifler yapılır. Bunların birkaçına ben de muhatap olmuş, hâtıra türünden eserlerin çoğunda şahsî hisler ve buna dayalı görüşlerin ağırlıklı olduğunu bildiğimden, bu işe olumlu bakmamış, “Hayır…” demiştim. Gerçi, hâtıra sahibinin ve tanıdığı kişilerin anlatım vasıtası olduğu, yazarın yaşadığı dönemi ön plana çıkardığı eserler de vardı ama bunlar ilgi çekmekle beraber, nedense toplum daha çok yazarın görüş ve düşüncelerine öncelikle yöneliyordu.

Zaman ilerledikçe, bana bu konuda gelen teklifler arttı. Bu arada yaşamış olduğum dönemin kıymet hükümlerinin gitgide yıpratıldığını gördükçe de, bir hâtıra yazmanın gerekliliğine inanmaya başladım.

Kitabın adının ne olacağı üzerinde fazla fikir yürütmedim. Çünkü hayata bakış açım beni zaten bir kelime etrafında yoğunlaştırmıştı ki, o kelime “Biz” idi.

Bugüne kadar hep kendi faydalarımı çoğunlukla son plâna, azınlıkla da ikinci plâna almış bulunmuştum. Çevremdeki-lerle, kendimi içlerinde eriterek bütünleştirmiştim. Ancak, prensip meselelerimde tâviz vermemiştim.

Ayrıca dost, ahbap ve tanıdıklarımın kusurlarını örtmeyi gerekli görmüştüm. Çünkü onlar bizim toplumumuzdu; yani “biz”diler.

Bir de, nasıl bir çuval, içindekilerin dağılmaması için çuvaldız, yani “biz” ile dikilirse, yine ben aynı işlemi manevî yönden yapmak gayreti içinde bulunmuş, yani “biz” görevini üstlenmiştim.

Bundan böyle, ömrüm yeterse, bu işi tamamlamayı istiyorum.

Plânı ise, şöyle düşünüyorum:

I.    Kısım: Çocukluğumun Geçtiği Çevre ve Eğitimimin İlk Çerçevesi

II.    Kısım: Öğrenimimin Geçtiği Çerçeve İlk Öğrenimim

Ortaokul Hayatım Lise Yıllarım

Yetişme Çağımda Etkili Olan Kişiler ve Olaylar Aile Fertlerim Ortaokul ve Lise Hocalarım Üniversite Çerçevem Doktora Yıllarım

III.    Kısım: Meslek Hayatımdaki Yokuşlar

IV.    Kısım: Emekliliğim

İlk Emekliliğim Sırasındaki Olaylar Zinciri İlk Emekliliğimin Götürdükleri ve Getirdikleri İkinci Emekliliğimden Sonrası

V.    Kısım: Hayatımda Beni En Çok Etkileyen Olaylar

Ocak 2004 Neclâ Pekolcay

1. bölüm

ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ İLK  ÇEVRE VE EĞİTİMİMİN ÇERÇEVESİ

1925 (1341) yılının 1 Ağustos’unda, İstanbul’un Fatih semtinde, Sinan Ağa Mahallesi, Parmaklık Sokak’taki 16 numaralı hânede doğmuşum. Dünyaya sabaha karşı gözümü açtığımı söylerler; her sabah çok erken kalkışımı da, büyüklerimden birçoğu, lâtife yollu, buna bağlarlardı.

Annem Hacı Seyyidzâdelerden Emine Sâibe Hanım, babam Dr. Ali Rıza Bey’dir. Anne ve Baba tarafım, “Doksan Üç Harbi” diye meşhur olan Osmanlı-Rus Harbi sırasında İstanbul’a göç etmişler. Anne tarafım Bulgaristan (Lofça)’dan, babamın babası Kafkasya (Yukarı Karabağ)’dan gelmişler. Annem ve babam İstanbul’da doğmuşlar.

Anne tarafımın Lofça’da çiftlikleri bulunduğunu, büyük pederin (annemin büyükbabası Hacı Seyyid’in) “Düşman çizmesi altında yaşanmaz.” diyerek yola düştüğünü, çoluk çocuk, yaya olarak günlerce mesafeler katettiklerini, Hacı Seyyid neslinin, Türkiye’ye girdikten sonra İstanbul, Bursa ve Ankara’da yerleşmiş bulunduklarını büyüklerimden dinlemiştim. Benim mensup olduğum aile İstanbul’a yerleşmiş bulunanlardandı.

Yularkıranlar ve Topuzlar diye tanınmış Hacı Seyyid nesli, soyadı kanunundan sonra ekseriyetle anneannemin tercihi olan Şendil, bir kısmı da Topuz soyadını almışlar. Babam soyadı olarak Pekolcay’ı, babamın anne tarafı ise, Kırk-pınar soyadını almış.

Babababamın aile fertleri, bahis konusu Harp’te Sibirya’ya sürülmüş, çok küçük bir çocuk olan dedem bir müslüman asker tarafından kurtarılarak evlât edinilmiş, sonra da İstanbul’a getirilmiş. Bu askerin Çerkes olduğu biliniyor ama babamın baba tarafından aile kökeni hakkında bilgimiz yok.

Aklı erer yaşa gelince, kendisine bir attar dükkânı açılan babababam, gelişme çağına erdiğinde, Kastamonulu bir ailenin kızıyla (babaannemle) evlendirilmiş. Bir tek çocukları olmuş.

Eyüp semtinde dünyaya gelmiş bulunan babam uzun seneler bu semtte oturmuş. Annemler ise, Fatih’te çok seneler geçirmişler. Annebabamın Saray’a Vekilharç olarak girmesinden sonra, bir süre Beşiktaş’ta (Akaretler’de), ikinci derecede Saray mensuplarının oturdukları yerlerde (baba annemle anneannem bu sırada tanışmışlar) kalmışlar, bilâhare Haydar Mahallesi’ndeki bir konağa yerleşmişler, oradan da Fatih’teki benim doğduğum eve gelmişler.

Babam Askerî Tıbbîye’de okuyarak, oradan mezun olmuş, hemen sonra da, annemle evlenerek, Fatih’teki konak yavrusuna gelmiş. Babababam ve babaannem Eyüp’te kalmışlar ve eski hayatlarına devam etmişler.

Babababamın vefatından sonra, annemin ısrarıyla, babaannem de o eve taşınmış. Eyüp’teki hâneyi kapatmışlar. Ben babababamı da, annebabamı da hiç tanımadım; çünkü onlar ben doğmadan vefat etmişler.

Ben ve benden on iki yaş büyük olan ablamdan başka kardeşimiz yoktu. Aslında dört kardeş olacakmışız. Fakat ablamdan büyük bir ablam bebekken ve benden üç buçuk yaş büyük ağabeyim süt zehirlenmesinden, ben doğmadan önce ölmüşler. Annesi büyük arzuyla ve erkek çocuğu beklentisiyle Neclâ’yı doğurmuş. Kendimi bilmeye başladığım sırada evde babaannem, anneannem; annem, babam, ablam, ablamdan büyük yaşta ve benim çok sevdiğim evlât edinil..

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Fatma – Dua Engel Tanımaz

Editor

Cezaevi Arkadaşım Yılmaz Güney – Çirkin Kral’la Ulucanlar’da

Editor

Struma

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası