Guy de Maupassant (1850-1893): Tolstoy’un, “…sayıları az olmakla birlikte, Maupassant gibi bir başka tür insan daha vardır ki, bunlar her şeyi kendi gözleriyle, içerdiği önem ve anlamıyla, olduğu gibi görürler.” sözleriyle andığı yazar, kırk üç yıllık kısa ömrüne pek çok roman, öyku, deneme ve tiyatro oyunu sığdırdı. Yazarın ikinci romanı olan Gu?zel Dost 1885 yılında yayımlandığında geniş yankı uyandırmıştır. Romanın kahramanı Georges Duroy’nın muhabirlikle başlayan, uğruna her tür ahlaksızlığı mubah gördüğü güç sahibi olma serüvenini olanca yalınlığı ve çarpıcılığıyla öykülerken, zengin gazetecilik tecrübesinin de epeyce faydasını görmüştür.
***
BİRİNCİ BÖLÜM
I
Kasiyer yüz meteliğinin üstünü verince Georges Duroy lokantadan çıktı.
Yaradılış itibariyle ve eski bir astsubay oluşundan gelme fiyakası sayesinde yakışıklı bir adamdı, bedenini dikleştirdi, askeri ve alışıldık bir hareketle bıyığını burdu, yemek vaktini geciktirmiş insanların üzerinde hızla göz gezdirdi; atmaca bakışı gibi keskin, cazip delikanlı bakışlarından biriydi bu.
Kadınlar başlarını ona doğru çevirmişti: Üç küçük işçi kız; saçları dağınık, özensiz, başında her zamanki gibi eski püskü bir şapka, üzerinde şekilsiz bir elbise olan orta yaşlı bir müzik öğretmeni ve yanlarında kocaları bulunan, bu sabit fiyatlı ucuz lokantanın gediklisi iki burjuva kadın.
Dışarı çıktığında, ne yapacağını düşünerek kaldırımda bir an durup kaldı. Günlerden 28 Haziran’dı ve ay sonuna kadar cebinde üç frank kırk santimi kalmıştı. Bu, tercihine göre, öğle yemeklerini es geçip iki akşam yemeği ya da akşam yemeklerinden vazgeçip iki öğle yemeği yiyebileceği anlamına geliyordu. Otuz metelik tutan akşam yemekleri yerine yirmi iki metelik tutan öğle yemekleriyle yetinirse bir frank yirmi santim kazanç sağlayacağını düşündü; bu da, salamlı sandviçten ibaret iki hafif yemek ve bulvarda içebileceği iki bardak bira demekti. Gecelerinin büyük masrafı ve büyük keyfi buydu; No-tre-Dame-de-Lorette caddesinden aşağı inmeye koyuldu.
Hafif süvari üniformasını taşıdığı zamanlardaki gibi, göğsünü şişirmiş, sanki attan yeni inmişçesine bacakları biraz ayrık durumda yürüyordu; kalabalık caddede, insanlara omuz atarak, yolunu değiştirme zahmetine katlanmamak için herkesi itip kakarak hoyratça ilerlemekteydi. Yüksek biçimli, oldukça eski şapkasını hafifçe kulaklarına doğru eğiyor ve topuklarıyla kaldırımı dövüyordu. Sivil hayata düşmüş yakışıklı asker fiyakasıyla birine, gelip geçenlere, evlere, tüm şehre meydan okuyan bir hali vardı daima.
Üzerinde altmış franklık bir takım elbise bulunsa da, biraz basit, yine de gerçek denecek gösterişli bir zarafeti koruyordu. Uzun boylu, yapılı hali, belli belirsiz kızıla kaçan açık kumrallığı, dudağının üzerinde köpüklenmiş gibi görünen yukarı kıvrık bıyığı, gözbebekleri küçücük açık mavi gözleri, başının üstünde bir çizgiyle ayrılan doğuştan kıvırcık saçlarıyla, halk romanlarından çıkma kötü karakterlere benziyordu.
Paris’te nefes almayı zorlaştıran o yaz akşamlarından biriydi. Hamam gibi sıcak olan şehir, boğucu gecede terliyordu sanki. Kanalizasyonlar granit ağızlarından kötü kokulu soluklarını salıyor, yeraltındaki mutfaklar, bulaşık sularının ve kalmış yemek sularının iğrenç artıklarını alçak pencerelerden sokağa boşaltıyordu.
Ceketlerini çıkarıp sırf gömlekleriyle hasır iskemlelere ata biner gibi oturan kapıcılar araba kapılarının altında pipo tüttürüyor, gelip geçenler bitkin adımlarla, başları açık, şapkaları ellerinde yürüyorlardı.
Georges Duroy bulvara çıktığında, ne yapacağı konusunda kararsız bir halde yine durdu. Şimdi canı, ağaçların altında biraz serin hava almak için Champs-Élysées’ye ve Boulo-gne Ormanı yoluna gitmek istiyordu; ama içini kemiren bir arzu daha vardı, aşk yaşayacağı biriyle karşılaşmak.
Bu aşk karşısına nasıl çıkacaktı? Bu konuda hiçbir şey bilmiyor, ama üç aydır her gün, her gece o anı bekliyordu. Yine de zaman zaman, yakışıklı suratı ve kibar tavırları sayesinde oradan buradan bir parça aşk çalıyor, ama her zaman daha fazlasını ve daha iyisini bekliyordu.
Cebi boş ve kanı kaynar halde, sokak köşelerinde, “Evime gelir misiniz tatlı delikanlı?” diye fısıldayan fahişelere rastlayınca duyguları tutuşuyor, ama para veremeyeceği için onların peşine takılamıyordu; üstelik başka bir şeyin beklentisi içindeydi, daha az bayağı olan başka öpücüklerin.
Yine de fahişelerin kaynadığı yerleri, onların balolarını, kafelerini, sokaklarını seviyordu; onlarlarla temas halinde olmak, konuşmak, onlara sen demek, ağır parfümlerinin kokusunu içine çekmek, kendini onların yanında hissetmek hoşuna gidiyordu. Nihayetinde kadındı bunlar, aşk kadınları. Onları aile erkeklerinin yaradılıştan duydukları aşağılamayla hor görmüyordu.
La Madeleine’e doğru döndü ve sıcağın etkisiyle bunalmış insan kalabalığının peşine takıldı. Tıklım tıklım olan büyük kafeler kaldırımlara taşıyor, aydınlatılmış camekânlarının parlak ve çiğ ışığı altında içki içen müşterilerini sergiliyorlardı. Müşterilerin önünde, kare ya da yuvarlak küçük masaların üzerinde kırmızı, sarı, yeşil, kahverengi, her renkten içecek dolu kadehler vardı; sürahilerin içinde güzelim berrak suyu soğutan iri, saydam buz parçaları parlıyordu.
Duroy’nın adımları yavaşlamış, içme isteğiyle boğazı kurumuştu.
Yakıcı bir susuzluk, bir yaz akşamı susuzluğu onu alıkoyuyor ve boğazdan akıp giden soğuk içeceklerin vereceği nefis hissi düşünmesine neden oluyordu. Ama o akşam yalnızca iki bardak bira içecek olsa, ertesi günün yavan akşam yemeğine elveda demesi gerekecekti, oysa ay sonlarının açlıkla geçen saatlerini gayet iyi biliyordu.
Kendi kendine şöyle dedi: “On saat kazanmalıyım, biramı Américain’de içerim. Lanet olsun, nasıl da susadım aslında.” Masada oturmuş içen, keyiflerince susuzluklarını gideren tüm bu insanlara bakıyordu. Kendine güvenli ve neşeli bir tavır takınarak kafelerin önünden geçiyor; yüz ifadesine, kılık kıyafetine şöyle bir göz atarak her müşterinin üzerinde ne kadar para olduğunu kestirmeye çalışıyordu. Bunun üzerine, kaygısızca masalarda oturan bu insanlara karşı içini bir öfke kaplıyordu. Cepleri karıştırılsa, altın, gümüş ve nikel paralar bulunabilirdi. Ortalama olarak her birinin üzerinde en azından iki louis olmalıydı, kafede yüz kadar insan vardı, yüz kere iki louis dört bin frank ederdi. Salına salına zarafetle yürüyen Duroy, bir yandan da, “Domuzlar!” diye mırıldanıyordu. Bir sokağın iyice karanlık bir köşesinde bunlardan birini ele geçirse, tıpkı büyük manevra günlerinde köylülerin kümes hayvanlarına yaptığı gibi, hiç üzülmeden boyunlarını buruverirdi.
Afrika’da geçirdiği iki yıl, güneyin küçük karakollarında Arapları haraca kesme tarzı aklına geliyordu. Uled-Alan kabilesinden üç adamın hayatına mal olan ve arkadaşlarıyla kendisine yirmi tavuk, iki koyun, bir miktar altın ve altı aylık gülme malzemesi sağlayan bir kaçamağı hatırlayınca, dudaklarından acımasız ve neşeli bir gülümse gelip geçti.
Suçlular asla bulunmamıştı, Araplar askerin doğal avı olarak görüldüğünden arama zahmetine bile girilmemişti.
Paris’te durum farklıydı. Kılıç belde, tabanca elde, sivil adaletten uzak, özgürce çalıp çırpamazdı insan; fethedilen ülkelerde bıraktığı tüm asker içgüdülerini ta yüreğinde hissediyordu. Elbette iki yıllık çöl hayatını özlüyordu. Orada kalmaması ne acıydı! Ama işte, döndüğünde daha iyisini bulmayı ummuştu. Ve şimdi!.. Ya evet, belasını bulmuştu şimdi.
Damağının kuruduğundan emin olmak istercesine, hafif bir şaklatmayla dilini ağzında gezdiriyordu.
İnsan kalabalığı bitkince ve ağır ağır etrafından akıp geçiyordu, Duroy hep şöyle düşünmekteydi: “Hödük sürüsü! Bu budalaların hepsinin cebinde para var.” İnsanlara omuz atıyor ve hafif bir ıslıkla neşeli ezgiler çalıyordu. Çarptığı erkekler homurdanarak kafalarını geriye çeviriyor, kadınlarsa, “Hayvanın teki.” diyorlardı.
Vaudeville’in önünden geçti ve Café Américain’in karşısında durdu, bira içip içmeyeceğini düşünüyordu, susuzluktan öylesine perişandı ki. Karar vermeden önce yolun ortasındaki ışıklı saate baktı. Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Kendini biliyordu: Dolu bira bardağı önüne konur konmaz bir dikişte midesine indirecekti. Peki sonra saat on bire kadar ne yapacaktı?
Yürümeye devam etti. “Madeleine’e kadar gider, sonra da ağır ağır geri dönerim.” dedi kendi kendine.
Opéra meydanının köşesine geldiğinde, bir yerlerde görmüş olduğunu belli belirsiz hatırladığı iriyarı, genç bir adamla karşılaştı.
Onu izlemeye koyuldu, bir yandan da kısık sesle, “Hangi cehennemde tanıştım bu adamla?” diye tekrarlayarak hafızasını zorlamaktaydı.
Düşünüp duruyor, ama bir türlü hatırlayamıyordu; sonra aniden, hafızanın tuhaf bir sürpriziyle, aynı adam gözüne daha ince, daha genç, üzerinde hafif süvari üniformasıyla göründü. Yüksek sesle bağırdı: “Bak hele, Forestier!” Adımlarını sıklaştırarak, yürüyen adama yetişip omzuna vurdu. Beriki dönüp ona baktı ve şöyle dedi:
“Ne istiyorsunuz beyefendi?”
Duroy gülmeye başladı:
“Beni tanımadın mı?”
“Hayır.”
“6. Hafif Süvari Birliği’nden Georges Duroy.”
Forestier iki elini birden uzattı:
“Ah dostum! Nasılsın?”
“Çok iyiyim, ya sen?”
“Ben çok iyi sayılmam, artık ciğerlerimin durumu felaket, Paris’e döndüğüm yıl Bougival’de bronşite yakalandığımdan beri senenin yarısında öksürüyorum, dört yıl oldu.”
“Deme! Sapasağlam görünüyorsun oysa.”
Forestier, eski arkadaşının koluna girerek, ona hastalığından söz etti, yapılan muayeneleri, doktorların fikir ve tavsiyelerini, kendi durumunda onların tavsiyelerini yerine getirmenin zorluğunu anlattı. Kış aylarını Fransa’nın güneyinde geçirmesini söylüyorlardı, ama bunu yapabilir miydi ki? Evliydi ve gazetecilik mesleğinde iyi bir mevkideydi.
“La Vie Française’de politika sayfasını yönetiyorum, Salut’de yönetim kurulundayım ve zaman zaman da La Planète için edebi makaleler kaleme alıyorum. Yolumu böyle çizdim işte.”
Duroy şaşkınlıkla ona bakıyordu. Arkadaşı çok değişmiş, olgunlaşmıştı. Artık ağırbaşlı, kendinden emin bir adamın hali tavrı ve giyim tarzına, iyi beslenen birinin göbeğine sahipti. Eskiden zayıf, ince ve çevikti, aklı bir karış havada, şamatacı, yaygaracı ve daima keyifliydi. Üç yıl içinde Paris onu tamamen başka birine, kilolu ve ciddi bir insana dönüştürmüştü, yirmi yedi yaşının üzerinde olmamasına rağmen şakaklarında aklar vardı.Forestier sordu:
“Nereye gidiyorsun?”
Duroy cevapladı:
“Hiçbir yere, eve dönmeden önce şöyle bir dolaşıyorum.”
“Öyleyse La Vie Française’e gelir misin benimle, düzeltmem gereken provalar var; sonra birer bira içeriz birlikte.”
“Olur.”
Okul ve askerlik arkadaşları arasında sürüp giden o rahat teklifsizlikle kol kola girerek yürümeye koyuldular.
“Paris’te ne yapıyorsun?” dedi Forestier.
Duroy omuz silkti:
“Kısacası açlıktan geberiyorum. Süremi doldurunca buraya gelmek istedim, amacım… amacım servet yapmak, daha doğrusu Paris’te yaşamaktı. Ama işte altı aydır Kuzey Demiryolları’nda memurum ve yılda bin beş yüz franka çalışıyorum hepi topu.”
Forestier mırıldandı:
“Yapma yahu, pek parlak değil.”
“Sana katılıyorum. Ama nasıl geçinebilirim sence? Yalnızım, kimseyi tanımıyorum, kimsenin yardımına sığınamam. Bende eksik olan iyi niyet değil, imkânlar.”
Arkadaşı bir konu üzerinde karar vermekte olan pratik bir insan gibi onu tepeden tırnağa süzdü, sonra bir kanıya varmışçasına şöyle dedi:
“Görüyorsun ki burada her şey kendine güvene bağlı. Biraz kurnaz bir adam büro şefi olmaktan daha kolay bakan oluyor. İstemek değil, kendini kabul ettirmek lazım. Kuzey Demiryolları’nda bir memurluktan iyisini nasıl oldu da bulamadın?”
Duroy sözünü sürdürdü:
“Her yere baktım, hiçbir şey bulamadım. Ama şu sıralar bir iş üzerinde düşünüyorum, Pellerin manejinde binicilik hocalığı teklif ettiler. Orada en azından elime üç bin frank geçecek.”
Forestier zınk diye durdu.
“Sakın ha, sana on bin frank bile verseler kabul etme, aptallık olur bu. Geleceğini bir anda yok edersin. En azından, büronda göz önünde değilsin, kimse seni tanımıyor, güçlüysen oradan kurtulur ve yolunu çizersin. Ama binicilik hocası oldun mu her şey biter. Tüm Paris’in yemeğe gittiği bir konakta sofracıbaşı olmak gibi bir şey bu. Kibar insanlara ve onların çocuklarına binicilik dersi verirsen, bir daha asla seni eşitleri gibi görmeye alışamazlar.”
Sustu, birkaç saniye düşündükten sonra sordu:
“Olgunluk sınavını vermiş miydin sen?”
“Hayır, iki kere çuvalladım.”
“Sorun değil, eğitimini tamamladın ya. Cicero ya da Tiberius’tan söz edildiğinde, kim oldukları hakkında bir fikrin vardır değil mi?”
“Evet, biraz.”
“Güzel, işin içinden sıyrılamayacak bir avuç budala dışında kimse daha fazlasını bilmiyor zaten. Güçlü görünmek zor değil, dert etme; meselenin özü cehaletini ele vermemektir. Lafı çevirir, ustaca zorluğu bertaraf eder, engelin çevresinden dolaşır ve bir sözlük yardımıyla başkalarının ağzını kapatırsın. İnsanların hepsi kaz gibi budala, sazan gibi cahildir.”
Hayatı tanıyan, sakin, yaman bir adam gibi konuşuyor, gülümseyerek gelip geçenlere bakıyordu. Ama aniden öksürmeye başladı, nöbetin geçmesi için durdu, sonra yılgın sesle:
“Bu bronşitten kurtulamamak pek can sıkıcı değil mi?” dedi. “Üstelik yaz ortasındayız. İyileşmek için kışın Menton’a gideceğim. Ne yapalım, sağlık her şeyden önce gelir tabii.”
Poissonnière bulvarında büyük, camlı bir kapının önüne geldiler, camın iki kanadına açık bir gazete yapıştırılmıştı arkadan. Üç kişi durmuş, gazeteyi okumaktaydı.
Kapının üstünde bir davet gibi, gaz aleviyle çizilmiş, ateş rengi büyük harflerle La Vie Française yazıyordu. Bu parıltılı üç kelimenin bir an için aydınlattığı gezinen insanlar, tıpkı gündüz gibi açık seçik ve net olarak parlak ışıkta beliriyor, sonra tekrar karanlığa giriveriyorlardı.
Forestier bu kapıyı itti. “Gir.” dedi. Duroy içeri girdi, yoldan olduğu gibi görünen, gösterişli ve kirli bir merdivenden çıktı, büroda çalışan yardımcı iki oğlanın arkadaşını selamladığı bir sofaya geldi, sonra tozlu ve bakımsız bir bekleme odasında durdu; soluk Hayatı tanıyan, sakin, yaman bir adam gibi konuşuyor, gülümseyerek gelip geçenlere bakıyordu. Ama aniden öksürmeye başladı, nöbetin geçmesi için durdu, sonra yılgın sesle:
“Bu bronşitten kurtulamamak pek can sıkıcı değil mi?” dedi. “Üstelik yaz ortasındayız. İyileşmek için kışın Menton’a gideceğim. Ne yapalım, sağlık her şeyden önce gelir tabii.”
Poissonnière bulvarında büyük, camlı bir kapının önüne geldiler, camın iki kanadına açık bir gazete yapıştırılmıştı arkadan. Üç kişi durmuş, gazeteyi okumaktaydı.
Kapının üstünde bir davet gibi, gaz aleviyle çizilmiş, ateş rengi büyük harflerle La Vie Française yazıyordu. Bu parıltılı üç kelimenin bir an için aydınlattığı gezinen insanlar, tıpkı gündüz gibi açık seçik ve net olarak parlak ışıkta beliriyor, sonra tekrar karanlığa giriveriyorlardı.
Forestier bu kapıyı itti. “Gir.” dedi. Duroy içeri girdi, yoldan olduğu gibi görünen, gösterişli ve kirli bir merdivenden çıktı, büroda çalışan yardımcı iki oğlanın arkadaşını selamladığı bir sofaya geldi, sonra tozlu ve bakımsız bir bekleme odasında durdu; soluk yeşil perdeleri yapay kadifeden, eşyaları leke içinde ve sanki fareler kemirmişçesine yer yer aşınmış bir odaydı bu.
“Otur” dedi Forestier, “beş dakika sonra geliyorum.”
Odanın üç çıkışından birinde gözden kayboldu.
İçeriye tuhaf, özel, tarifsiz bir koku sinmişti, yazı işleri bürolarının kokusuydu bu. Duroy, biraz çekingen, daha çok da şaşkın bir halde kıpırtısız duruyordu. Ara sıra, bir kapıdan girip, daha o incelemeye fırsat bulamadan öteki kapıdan çıkan koşuşturma halindeki insanlar geçiyordu önünden.
Bunlar kâh işi başından aşkın gibi görünen, ellerinde koşuşturmalarının yarattığı rüzgârla dalgalanan tek yapraklık bir kâğıt bulunan genç, çok genç insanlar; kâh mürekkep lekeli iş önlüklerinden bembeyaz bir gömlek yakasıyla kibar insanlarınkine benzeyen yünlü bir pantolonun göründüğü dizgi işçileriydi; bunlar basılı kâğıtları, yeni ve ıpıslak provaları temkinlice taşımaktaydı. Bazen kıyafeti görünür biçimde şık, redingotu vücuduna sıkı sıkı oturmuş, kumaşın altındaki bacakları fazlasıyla biçimli, çok sivri bir ayakkabının ayaklarını sımsıkı kavradığı ufak tefek bir bey, sosyete röportajları yapan bir adam içeri giriyor, akşamın dedikodularını aktarıyordu.
Ciddi, nüfuzlu, sanki şapkalarının biçimi onları insanların geri kalanından ayırıyormuşçasına yassı kenarlı silindir şapkalar takmış başkaları da geliyordu.
Forestier, cılız, otuz kırk yaşlarında, siyah elbiseli, beyaz kravatlı, çok esmer, burulmuş bıyıklarının ucu sivri, küstah ve kendinden memnun bir havası olan bir adamı kolundan tutarak çıkageldi.
Forestier adama, “Hoşça kal sevgili üstadım.” dedi.
Öteki onun elini sıktı:
“Görüşürüz azizim.” diyerek, bastonu kolunun altında, hafif bir ıslık tutturup merdivenden indi.
Duroy, “Kim bu?” diye sordu.
“Jacques Rival, bilirsin, ünlü köşe yazarı, düello meraklısı. Yazısının provalarını düzeltti. Garin, Montel ve o, Paris’te sahip olduğumuz köşe yazarları arasında zekâ ve günü yakalama açısından ilk üçe girerler. Burada haftada iki makale için yılda otuz bin frank kazanıyor.”
Tam çıkarlarken, uzun saçlı, şişman, pasaklı görünümlü, kısa boylu bir adamla karşılaştılar; nefes nefese basamakları çıkıyordu.
Forestier çok alçak sesle selam verdi.
“Norbert de Varenne.” dedi, “Şair, Soleils morts’un yazarı, bedeli yüksek adamlardan biri daha. Bize verdiği her öyküsü üç yüz franka patlıyor, üstelik en uzunu iki yüz satır bile değil. Hadi Napolitain’e girelim, susuzluktan gebermek üzereyim.”
Kafedeki masaya oturur oturmaz Forestier, “İki bira!” diye bağırdı ve bardağını bir dikişte bitirdi, Duroy ise birasını yudum yudum içiyor, değerli ve nadir bir şeymiş gibi tadını çıkarıyor, keyfini sürüyordu.
Arkadaşı susuyordu, düşünüyor gibiydi, sonra birdenbire:
“Neden gazeteciliği denemeyesin?” deyiverdi.
Beriki şaşkın, ona baktı:
“Ama… şu var ki… ben şimdiye kadar hiçbir şey yazmadım…”
“Adam sende! İnsan dener ve bir yerden başlar. Bana bilgi toplaman, başvurularda ve ziyaretlerde bulunman için sana görev verebilirim. Başlangıçta iki yüz elli frank ve yol masraflarını alırsın. Müdürle konuşmamı ister misin?”
“Elbette isterim.”
“Öyleyse yarın akşam bana yemeğe gel; yalnızca beş altı kişi olacak, patron Mösyö Walter, karısı, biraz önce görmüş olduğun Jacques Rival ve Norbert de Varenne, bir de Madam Forestier’nin bir hanım arkadaşı. Anlaştık mı?”
Duroy kızarmış, şaşkın bir vaziyette tereddüt ediyordu.
“İyi ama… uygun kıyafetim yok.”
Forestier şaşıp kaldı:
“Takım elbisen yok mu? Yapma yahu! Oysa çok gerekli bir şey bu. Paris’te yatağın olmasın da elbisen olsun, anlarsın ya.”
Sonra aniden yeleğinin cebini karıştırarak birkaç altın çıkardı, iki louis’yi ayırıp eski arkadaşının önüne koydu ve samimi, teklifsiz bir tarzda:
“İmkânın olduğunda ödersin” dedi. “Gerekli giysileri peşinat vererek taksitle kirala ya da satın al; yani durumunu ayarla ve yarın yemeğe gel, saat yedi buçukta, Fontaine Sokağı, 17 numara.”
Şaşkınlık içindeki Duroy parayı alırken kekeliyordu:
“Çok naziksin, çok teşekkür ederim, emin ol ki unutmayacağım…”
Beriki onun sözünü kesti. “Hadi, tamam. Birer bira daha içeriz değil mi?” Sonra seslendi: “Garson, iki bira!”
Biralarını içtikten sonra gazeteci sordu:
“Biraz sağda solda dolanmak ister misin, bir saat kadar?”
“Elbette.”
Madeleine’e doğru yürümeye koyuldular.
“Ne yapabiliriz?” diye sordu Forestier. “Paris’te başıboş gezen birinin her zaman kendini meşgul edecek bir şey bulabileceğini söylüyorlar. Doğru değil bu. Ben akşamları amaçsızca dolanmak istediğimde nereye gideceğimi hiç bilemiyorum. Bois’da bir gezintinin keyfi ancak bir kadınla çıkar, insanın yanında da her zaman bir kadın olmuyor; müzikli kafeler eczacımı ve karısını eğlendirebilir ama beni değil. Bu durumda ne yapılır? Hiç. Burada da, Monceau parkı gibi, geceleri de açık bir yaz bahçesi olmalıydı, ağaçların altında kaliteli bir müzik dinler, soğuk içecekler içerdi insan. Hani keyif değil, gezip dolaşma mekânı olurdu; güzel kadınları çekmek için giriş pahalı olmalıydı. İnsan elektrik ışığıyla aydınlatılmış, kum döşeli ağaçlıklı yollarda yürüyebilir, istediği zaman oturup, ister yakından ister uzaktan müzik dinleyebilirdi. Eskiden Musard’da neredeyse böyle bir mekân vardı, ama tarzı biraz avamdı, fazla dans havası çalınıyordu, yeterince geniş, gölgeli ve loş alan yoktu. Çok güzel, çok geniş bir bahçe gerekli. Harika olurdu bu. Nereye gitmek istersin?”
Şaşkın vaziyetteki Duroy ne diyeceğini bilemiyordu, sonunda kararını verdi:
“Folies-Bergère’i hiç görmedim, oraya gitmeyi isterdim doğrusu.”
“Folies-Bergère mi? Hadi ya! Kızartma makinesine girmiş gibi kavruluruz orada. Neyse, olsun, eğlenceli yine de.”
Faubourg-Montmartre sokağına çıkmak için gerisingeri çark ettiler.
Binanın aydınlatılmış cephesi, önünde kesişen dört sokağı ışığa boğuyordu. Sıra halinde duran kupa arabaları çıkış saatini beklemekteydi.
Forestier içeri girerken Duroy onu durdurdu:
“Gişeye uğramayı unuttuk.”
Beriki nüfuzlu birinin tavrıyla cevap verdi:
“Benim yanımda para ödenmez.”
Kapıya yaklaştığında üç görevli ona selam verdi. Ortadaki elini uzattı. Gazeteci sordu:
“Güzel bir locanız var mı?”
“Elbette Mösyö Forestier.”
Forestier kendisine uzatılan kuponu aldı, kanatları deriyle kaplı kapıyı itti ve kendilerini salonda buldular.
Tütün dumanı çok ince bir sis gibi, sahneyi, tiyatronun uzak bölümlerini ve diğer yanını hafifçe perdeliyordu.