BİR
KÖKEN
Türkiye’de solun tarihi, 1950, hatta 1960’lara kadar TKP tarihidir.
Burada, bilinenleri yineleyen kronolojik bir anlatıma girişmeden, TKP’nin doğuş, oluşum ve gelişmesinin konumuz açısından önemli özelliklerini belirtmeye çalışacağım.
Bir: TKP, Ekim Devrimi’nin, III. Enternasyonal’in çocuğudur. Doğuş zamanı, biçimi, sonraki gelişmesi, bunların hepsi TKP’nin Ekim Devrimi’nin doğrudan etkileri altında oluştuğunu gösteriyor. TKP’nin resmi kuruluş toplantısı olarak kabul edilen 10 Eylül 1920 Bakû Kongresi, Sovyet Rusya’daki savaş esirlerinden oluşan ve başında Mustafa Suphi’nin bulunduğu Türk Bolşeviklerinin inisiyatif ve çağrısı ile gerçekleşti. İstanbul ve Ankara grubundan delegelerin katılması Kongreye temsil ve otorite gücü kazandırdı. Yönetim organlarında ağır basan komünist hareketin “yurtdışı” kanadı oldu. Bu kanat birleştirici güç ve otoritesini Ekim Devrimi’nden, Bolşevik Partisi’nden alıyordu.
TKP’nin oluşum ve gelişmesindeki en temel çizgilerden biri, Ekim Devrimi ülke ve partisinin, bu anlamda “dış dinamiğin” TKP üzerinde belirleyici bir rol oynamasıdır. Doğuştaki bu özellik tüm TKP tarihine damgasını vurdu.
İki: TKP’nin kuruluş kongresini topladığı günlerde Ekim Devrimi kritik bir dönemden geçiyordu. Komintern’in Temmuz 1920’de toplanan II. Kongresi ile 1920 Eylül’ündeki Bakû Kongresi arasındaki iki aylık zamanda dünya devriminin geleceği açısından sonuç belirleyici önemde gelişmeler oldu. Temmuz’da Kızıl Ordu Polonya’da ilerliyor, Sovyet iktidarına kesin gözüyle bakılıyor ve Polonya’nın kazanılması dünya devriminin kilidini açacak çok önemli bir adım olarak değerlendiriliyordu. Ancak bir ay kadar sonra olayların gidişi yön değiştirdi. 16 Ağustos’ta Kızıl Ordu Polonya’dan hızla geri çekilmek zorunda kaldı. 12 Ekim 1920’deki ateşkes anlaşmasıyla birlikte yalnız Polonya taarruzu değil, Avrupa ve dünya devrimi yönündeki stratejik taarruz sona erdi. Polonya yenilgisi dünya devriminin geri çekilişini haber veren dramatik bir dönüm noktası oldu.
Dünya devrimine büyüyemeyen Ekim Devrimi, hem dışta hem içte geri çekilmeye başladı. 16 Mart 1921’de imzalanan İngiliz -Sovyet Ticaret Anlaşması; Haziran 1921’de toplanan Komintern’in üçüncü kongresinde II. Enternasyonal sendikal hareketiyle birliği gündeme getiren “Birleşik İşçi Cephesi” taktiği ve 1921 Eylül’ünde Baku’da toplanan “Birinci Doğu Halkları Kurultayı ile başlayan Doğuya açılma stratejisinin terk edilmesi uluslararası alandaki geri çekilmenin üç önemli göstergesiydi. İçerde ise Yeni Ekonomi Politikası (NEP) ile geri çekilindi.
Dünya devriminin yakın bir beklenti olduğu 1920 Temmuz’unda toplanan Komintern’in II. Kongresinin benimsediği tezlerle, özellikle 21 maddelik üye olma koşulları ile, III. Kongre’nin “yeni” yaklaşımları arasında ancak stratejik bir yöneliş farklılığı ile açıklanabilecek zıtlıklar oluştu. Dünya devrimi inancının yüksek olduğu bir zamanda toplanan “Birinci Doğu Halkları Kurultayı”nın temel belgisi, “İngiliz, emperyalizmine karşı Sovyet-Müslüman bağlaşıklığı” idi. 16 Mart 1921’de imzalanan İngiliz-Sovyet anlaşmasının yürürlük koşullarından biri ise aynen şöyleydi:
“Her iki taraf, öteki tarafa karşı düşmanca eylem ve davranışlardan ve kendi sınırları dışında, İngiliz İmparatorluğu ve Rus Sovyet Cumhuriyeti kurumlarına karşı doğrudan ya da dolaylı resmi propaganda yapmaktan kaçınır ve Rus Sovyet Hükümeti daha özel olarak, başta Hindistan ve bağımsız Afganistan devleti olmak üzere Asya-halklarının herhangi birini, askeri, diplomatik ya da başka bir eylem ya da propaganda biçimiyle İngiliz çıkarları ya da İngiliz İmparatorluğu’na karşı düşmanca eylemlere teşvik etmekten uzak durur.”4
Bu anlaşmayı yapmak ve uygulamak zorunda olan bir Sovyet hükümetinin, varlık nedeni “İngiliz emperyalizmine karşı Doğu halklarının mücadelesini örgütlemek” olan ve başında “birinci” ibaresi bulunan kurultayın ikincisini toplaması artık olanaklı değildi.
Lenin’in partisi ve Komintern 1921 başından itibaren çubuğu dünya devrimi taktiğinden Sovyet iktidarını koruma taktiğine doğru büktüler.
Böylece, Sovyet sosyalizmini yaşatmak ve korumak, yalnız Sovyet komünistlerinin değil, Komintern’e bağlı bütün partilerin temel politikası durumuna geldi. Ne var ki, tarihsel olarak haklı nedenleri olan bu siyaset, devrimini yapmamış ülkelerdeki komünist partilerini kendi ülkelerindeki iktidar mücadelesi açısından büyük sıkıntı ve açmazlara soktu. Bir komünist partisinin varlık nedeni “kendi” burjuvazisine karşı, devrim ve sosyalizm için savaşmaktır. Bu temel görev ile, “kendi” burjuvazisinin uluslararası politikasını Sovyetler’e dostluk yönünden etkileme siyaseti arasında çok önemli bir çelişki olduğu açıktır. TKP bu çelişkiyi en çok yaşayan, sonuçlarına en çok katlanan partilerden biri, belki de birincisi oldu.
Üç: Bunun da ötesinde, Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin komşu ülkeler olmaları TKP’nin durumunu daha da zor ve karmaşık hale getirdi. Türkiye Sovyetler’in “güvenlik kordonu” içindeydi; Mustafa Kemal Türkiye’si ile iyi ilişkiler Sovyetler için yaşamsal bir önem taşıyordu. Dünya devriminin yakın bir olasılık olmaktan çıkmasıyla birlikte Sovyet hükümetinin ilk uluslararası anlaşmaları yakın komşularıyla yapması rastlantı değildir. Sovyet Rusya, 26 Şubat 1921’de İran’la; 28 Şubat’ta Afganistan’la anlaştı ve 16 Mart 1921’de İngilizlerle anlaşma yaptığı aynı gün, Türkiye ile de anlaşma imzaladı.
Afganistan ve İran anlaşmaları görece kolay oldu. Afganistan’da komünist bir örgütlenme yoktu. İran’daki küçük ve etkisiz komünist partisi bir Merkez Komitesi açıklamasıyla İran’da devrimin burjuvazinin gelişmesinin tümüyle tamamlanmasından sonra olacağını duyurdu ve İran burjuvazisi ile bağlaşıklığa ciddi bir itirazda bulunmadı.
Türkiye ile anlaşma yapmak, İran ve Afganistan örnekleriyle karşılaştırılmayacak kadar problemliydi. Tarihsel düşmanlıklar, Ermeni ve Azerbaycan sorunu türünden uzlaşmazlık konuları gibi problemlerin yanı sıra bir engel daha vardı. Carr’ın deyimiyle, küçük ama etkili komünist hareketin varlığı da anlaşmayı zorlaştıran bir faktördü. Komünist hareketin etkisi, ülkedeki güçlü bir işçi hareketinden ve bu temelde iyi örgütlenmiş bir partinin varlığından gelmiyordu. Ama, Ekim Devrimi’nin ve Bolşevizmin yüksek prestijinin yaydığı etkiler, Türkiye toplumunda komünist düşüncelere açık genişçe bir alıcı kitlesi yaratmıştı. Çerkez Ethem komutasındaki Yeşil Ordu, TBMM’deki Halk İştirakuyun Fırkası ve yeni kurulan TKP, üçü birden kurtuluş savaşında hegemonya sağlayacak, Mustafa Kemal’e iktidar alternatifi olabilecek potansiyel taşıyorlardı. Yeşil Ordu Yunanlılarla savaşta önemli yararlılıklar göstermiş, halk desteğine sahip bir gerilla ordusu, HİF liderini Mustafa Kemal’in muhalefetine rağmen İçişleri Bakanı seçtirecek kadar güçlü bir grup ve TKP komünist birikim ve kolları birleştirerek toparlanmış, Komintern’in desteğine sahip bir partiydi.
M. Kemal ve arkadaşları üçlü gücün bloklaşmasının güçlü bir olasılık olduğunu gördüler ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmak için, iyi düşünülmüş sinsi bir planı hiç zaman yitirmeden yürürlüğe koydular. Bir ay kadar kısa bir zamanda bu üç gücü de ortadan kaldırdılar. 6 Ocak’ta Yeşil Ordu dağıtıldı; 28 Ocak’ta Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Karadeniz’de boğduruldular. Aynı gün TBMM’deki HİF mensupları tutuklandılar.
Bu olaylar, Türk burjuvazisinin daha kurtuluş savaşının dumanları tüterken ve daha ayaklan üzerinde tam dikilmemişken bile ne denli gerici ve barbar olduğunu gösteriyor. Türk burjuvazisi, Türk paşaları yalnız gerici ve barbar değil aynı zamanda siyasidir. Mustafa Kemal, dışarıda Sovyet hükümetiyle iyi geçinme siyasetini içerde komünistleri ezme taktiğiyle birleştirmenin tek değilse bile ilk ve en usta uygulayıcısıdır. TKP ise, Sovyet dış politikasının öncelikleri ile sınıf mücadelesinin önüne koyduğu görevleri ayırma ve bu ikisi arasında sınıf pusulasını yitirmeyen bir denge kurma ustalığını gösteremedi.
Dört: Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katliyle yaşanan trajedi, yalnız Mustafa Kemal hükümetinin taktiklerine ve Sovyetler’le iyi ilişkilerine bağlanamaz. Mustafa Suphi, Mustafa Kemal’in mektuplarına, İttihat ve Terakkicilerle Kemalistler arasındaki çelişkilere, belki Türk-Sovyet ilişkilerinin dostluk çizgisinde yürümesine güvenerek hareket etmiş olmalıdır. Ancak, güdüleri ne olursa olsun, sınıf karşıtına “güvenmekle” yaşamsal önemde bir hata yapmıştır! Daha da önemlisi, bu büyük trajediye rağmen, TKP’nin tüm tarihi aynı sınıf körlüğünü gösteren sayısız örneklerle doludur. Türk burjuvazisi tersini kanıtlamak için elinden geleni ardına koymadığı halde, TKP bu sınıfta “demokratlık” bulmaya çalışmış, ya da burjuvazi arasındaki çelişkiler üzerine boş ve iyimser hayaller kurmuştur. Sınıf pusulasızlığı TKP’nin kronik hastalıklarından biridir.
Beş: TKP’nin tüm tarihi boyunca yakasını kurtaramadığı geleneksel zaaflarından biri, teorisizlik ve teoriyi küçümsemedir. Dünya ve Türkiye devriminin temel teorik konularında hiçbir özgün çalışma ya da tez geliştirememiş olması teori alanındaki yoksulluğun kanıtıdır.5 TKP’nin ne evrensel teorik birikime, ne de Türkiye sosyalizmine ciddi bir katkısından söz edilebilir.
Teoride yoksulluğun iki önemli sonucu oldu. Birincisi, Sovyet ya da Komintern tezleri o da yarım yamalak, şabloncu bir anlayışla tekrar edildi; ikincisi Türk burjuva ideolojisinin, Kemalizmin ideolojik hegemonyası kırılamadı. Kürt sorunundaki ezen ulus şovenisti tutum, bu ideolojik biçimlenmenin doğrudan sonucudur.
Altı: TKP tarihi, zincirleme likidasyonlar tarihidir. Parti yaşamında, örgüt ve önderliğin olağan yollardan devredildiği bir süreklilik olmadı ve araya uzun ölü dönemler girdi. 1927-30, 1936-44, 1951-73 böyle ölü dönemlerdir ve TKP tarihinin oldukça uzun bir kesitinin örgütsüz ve dağınık geçtiğinin kanıtıdır.
TKP 1932’den 1983’e kadar tam yarım yüzyıl kongre toplamamış bir partidir. Bu, herhangi bir parti için yinelenmesi mümkün olmayan bir rekordur. Bilinen beş kongrenin her biri ayrı ayrı nedenlerle tartışmalıdır. Hepsi de kurucu kongre niteliğindedir. Parti yaşamındaki kesintiler öyle uzun ve koyudur ki, yeniden toparlanma dönemlerinde kimin üye olup olmadığı, yeni yöneticilerin yetkiyi nereden, kimden aldıkları soruları hiçbir zaman yanıtlanamamıştır. Parti yaşamında iç dinamik dumura uğramış, “yukarıdan” karışma ve atamalar gelenek olmuştur.
En çok bilinen örnekleriyle 1930’larda Nâzım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı, 1951’den sonra Reşat Fuat Baraner ve Mihri Belli parti çalışmasının durdurulmasına karşı koymuş, ülkede mücadeleye devam etmekte ayak diremişlerdir. Ancak bu çıkışlar TKP’yi iç dinamikleri temelinde yeniden örgütlemeye yetmemiştir. Yetmemesinin düşünülebilecek iki nedeni var. Birincisi, TKP üzerindeki Komintern vesayeti ve likidasyonların da çoğu kez Komintern politikalarının sonucu olmasıdır.
Yedi: Yukarıda sayılan özelliklerine de bağlı olarak “legale çıkmak” TKP’nin değişmez hedeflerinden biri olagelmiştir. TKP’nin legal mi, illegal mi olacağına kendisi değil her zaman burjuvazi karar vermiştir. Burjuvazinin uzanamayacağı ve çözemeyeceği özgürleştirilmiş bir örgütlülük anlamında illegalite ve gizlilik, kendi gücüyle toplumsal meşruluk kazanma anlamında legalite yöntemlerine geçiş inisiyatif ve ustalığı gösterilememiştir. Sovyetler Birliği dış politikasının uzantısı olma ve Kemalizmle uzlaşma eğilimlerinin bir ürünü olan legalizm hastalığı TKP’deki sınıf pusulasızlığının ve ideolojik zayıflığın bir başka göstergesidir.
Sekiz: TKP’nin cılız ve örgütsel çalışması sık sık kesintiye uğrayan bir parti olarak kalmasında burjuvazinin uyguladığı ağır terör ve baskının çok önemli bir payı olduğu açıktır.
Dokuz: 1960’lara kadar Türkiye sol hareketinin karınca kararınca tek örgütü olan TKP dünya komünist hareketine enternasyonal bir bağlılık göstermiş Komintern gelenek ve normlarını yanlışıyla doğrusuyla Türkiye komünist hareketine taşımış, TKP kadrolarının hiç olmazsa bir bölümü tabutluklarda ve zindanlarda komünist onuru yüksek tutarak olumlu devrimci değerler de yaratmışlardır.
Bu genel saptamalardan sonra, TKP ve sol hareketin daha yakın dönemlerine gelebiliriz.
Komintern, Almanya ve İtalya faşizmlerinin sonrasında, 1936 yılında SSCB’ye komşu ülkelerdeki komünist partilerinin etkinliklerini durdurma kararı aldı. Türkiye’de “Separat Kararları” olarak bilinen bu kararlar komünist partilerinin “destantralize” edilmesi, merkezlerinin dağıtılması anlamına geliyordu.
TKP’nin 1930’lardaki tarihinin ayrıntılı bir döküm ve çözümlemesini yapmak bu çalışmanın konusu değil. Burada, önemi nedeniyle bir parantez açıp bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Birincisi, “Seperat” kararından önce parti içinde yaşananlar likidasyonun Komintern kararından önce gerçekleştiğini gösteriyor.