Bir ulusu fethetmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır: Biri kılıçla; diğeriyse borçla. Amerikan Başkanı John Adams İlluminati dünyayı ve ulusları yöneten ve her devirde kontrolü altında tutan dünyanın en gizemli ve tehlikeli örgütüdür. Bu örgüt tüm dünyadaki çoğu politikacıyı, iş adamını, bürokratı ve kilit görevlerdeki insanları satın alarak, şantaj yaparak, tehdit ederek ya da maddi imkânlar sağlayarak dünyayı günümüze kadar kontrol etmeyi başarmıştır.
Dünyayı yönetmek için savaş çıkarmaktan, katliam ve soykırım yaptırtmaktan, suni ekonomik krizler düzenleyerek ülkelere ve insanlara acı çektirmekten çekinmeyen İlluminati Örgütü, bu amaçla IMF, CFR, TLC, Bilderberg ve Masonik örgütlenmeleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiştir. Trilyonlarca dolarlık bir servete sahip olan bu örgüt dünya ekonomisini ve dolayısıyla da siyasetini kontrol altına alarak tüm insanlığın geleceğine ipotek koymuştur.
İlluminatinin Gizli Tarihi, geçmişten günümüze uzanan gizli toplulukların, terörizmin ve küresel çatışmaların birbirleriyle ilintili olduğunu, birbirlerini beslediklerini ve dünyayı bir medeniyetler çatışmasına sürüklediklerini göz önüne sermektedir. Okurken dehşete düşeceğiniz bu değerli kitap dünyayı yönetmiş hükümdarları, efsaneleri ve seçkin kan soylarını birleştiren çizgileri göstermekte ve gizemcilik, gizli topluluklar, küresel komplo teorileri ve bütün bunların hem geçmişteki hem de günümüzdeki terörist hareketlerle bağlantısını ortaya koymaktadır.
***
“Öyle insanlar vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, samimi olduğuna Allah’ı bile şahit tutar. Hâlbuki onlar, hasımların en yamanlarıdır.”
Kur’an, Bakara Suresi, 204. Ayet
“Amerikan halkı ne yapmış olduğumuzu öğrenecek olursa, bizi sokak lambalarından sallandırır.”
George H.W. Bush
Giriş
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
İslam, Batı için bir tehdit değildir. Asıl gerçek, bunun tam tersidir. İslami terör örgütleri, Batı’nın hizmetindeki düzenbazların yataklarıdır. Aşırı İslamcılarla Batı güçleri arasında karşılıklı ilişkiler bulunduğu zaten alenen bilinmektedir ama asıl gerçek daha da sinsidir. İslamcı teröristler, karmaşık bir gizli topluluklar ağı üzerinden Batılı güçlere bağlıdırlar. Görünüşte apayrı dinlere tutunduklarını söylüyor olsalar da, İslamcı teröristler de Batılı benzerleri gibi, esrarengiz bir öğretinin peşinden gitmekte, Şeytan’a tapmakta ve din kurumunu kitleleri yanıltmak için kullanarak, savundukları inançların kâfir bir türevini uygulamaktadırlar. Bu ağ, “İlluminati” olarak adlandırılan hain bir topluluk tarafından ortaklaşa yönetilmektedir. İlluminati, 1776 yılında Adam Weishaupt tarafından Almanya’da kurulmuş gizli bir örgütün adıdır. Varlığı, tarihçilerin bile uzlaşmakta zorluk çekmediği bir tarihsel gerçektir, çünkü su götürmez kanıtlar bulunmaktadır. Ancak 1784’de bu topluluk ifşa oldu ve dağılmak zorunda kaldı. Bu nedenle âlimler, bu komplonun günümüze kadar uzanmadığını öne sürdüler. Yine de, Weishaupt, ta o zamanlar “Ben her şeyi düşündüm ve hazırlandım. Örgüt bugün çökecek olsa bile, bir yıla kalmaz eskisinden de parlak biçimde yeniden kurabilirim” diye övünüyordu.
“İlluminati”, aslında aynı amacı günümüzde sürdürmekte olan bireylere ve gizli örgütlere yakıştırılmış bir addır. Gerçekte, örgütün varlığı 18. yüzyıldan çok eskiye dayanır. Yahudi münafıkların Kabala’yı icat etmesiyle, M.Ö. 6. yüzyılda Babil’de başlamıştır. Ancak kendi kaynaklanna göre İlluminati, bir zamanların kayıp kıtası Atlantis’te yaşamış olan Düşkün Melekler’in devamıdır. Düşkün Melekler insanlarla çiftleşmiş ve sözüm ona üstün bir ırk olan “Aryanlar” ortaya çıkınca da onlara Kadim Bilgi’yi öğretmişlerdir. Bu nedenle İlluminati, kendisini “organize din”in baskısı ve zulmü karşısında yüzyıllardan aktarılmış geleneğin vârisi olarak görür. Görev addettikleri temel amaçları, bir dünya düzeni kurmak ve düşüncelerini dünyadaki tek din olarak yerleştirip, bunu kendileri yönetmektir. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca İlluminati üyeleri kendi aralannda evlenmiş ve böylece asil soylarını koruyup kuşaktan kuşağa gizemli bilgilerini aktarmışlardır. Bundan dolayı kendilerine aynı zamanda “Aile” de derler.
Bugün, Avrupa’nın güçlü bankacı hanedanlarına dayanarak, İlluminati dünyadaki hükümetler üzerinde etki kurmakta, ekonomilerini, hatta kültürlerini etkilemektedir. Son tahlilde İlluminati, paralel dünyalarda yaşayan, meşruiyetin sınırlarında apışıp kalmış, karaborsa ve yeraltı arasında sıkışmış durumda olan uluslararası bir ağdır. İşgal yöntemleri, dünya toplumlarının ahlakı yapısını çökertmek ve cinsel sapkınlıktan, açgözlülükten savaşa kadar her çeşit ahlaksızlığı destekleyerek toplumların varoluşlarını tehlikeye düşürmektir. Korkunç borçlarla dünya uluslarını köleleştirerek itaat sağlarlar ve yerel hükümetler üzerinde ağır ağır egemenlik kurarlar. Borsa yönlendirmeleri sayesinde cahil kitlelerin zenginliklerini hortumlarlar. Sonuçta, tarifi olanaksız boyutlarda bir ekonomik çöküntü yaratarak insanlann yetersizliklerle yüzleşmelerini sağlamayı, kurtuluş olarak da bekledikleri Mesihlerinin yönetiminde küresel bir faşist devletin kurulmasını önermeyi amaçlarlar.
Her türlü ahlaki kaygıdan arınmış olarak, gizli işleri için gereken kaynaklan dünyadaki yasadışı silah ticaretinden, uyuşturucu trafiğinden ve fuhuştan elde ederler. Eylemleri; CIA, Mossad ve MI6 gibi dünyanın önde gelen istihbarat örgütleriyle de, Mafya, Asya Üçlüleri (E.n: Triad: Çin Mafyası) ve Japon Yakuzası gibi uluslararası suç örgütleriyle de iç içedir. Ortak amaçlarına uygun olabilecek her türlü kılığa girerler ve Masonlar gibi gizli örgütlerle iş birliği yaparlar. Hara Krişna’dan, Hristiyan ve Müslüman köktendincilere kadar her çeşit aşın hareketten ve hepsinden önemlisi de, terörizmden onlar sorumludurlar.
Orantısız parasal ve siyasi güce sahip oldukları için İlluminati’nin planı; küresel bir savaş (Üçüncü Dünya Savaşı) başlatıp, günümüzün uygarlıkları tükenirken, bir Anka Kuşu gibi küllerden kendi Yeni Dünya Düzenlerini doğurmaktır. Bu yaklaşan çatışma, liberal demokrat Batı ile İslami köktendincilik arasında bir “Medeniyetler Çatışması” olarak sunulmaktadır.
Bu kadar korku reklamı yapılmış olsa da, Müslümanlar bir tehdit değildir. Müslüman dünyası, kendi iç yozlaşmaları nedeniyle zaten zayıftır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Batılı güçlerin gizli faaliyetleri sayesinde Müttefikler, zaten çözülmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlerini silip süpürmeyi başarmıştır. O günden beri Müslüman dünyası karışıklık içindedir ve bir dava için savaşmak şöyle dursun, İslam’ı temsil edebilecek kadar bile bir araya gelmeyi becerememektedirler. Bu gerçek, bu uydurma tehdidin mimarı olan Zbigniew Brzezinski tarafından bizzat dile getirilmiştir. Böylesi bir oluşumun dünya için tehdit olup olmadığı sorusuna verdiği yanıt şudur:
“Saçmalık! Batı’nın İslam’a karşı küresel bir siyaseti olduğu söyleniyor. Bu aptalca. Küresel İslam diye bir şey yok. İslam’a akılcı gözle, duygusal davranmadan ve kışkırtmaları umursamadan bir bakın. 1.5 milyar inananıyla dünyanın en büyük dini. Ancak Suudi Arabistan köktendinciliğiyle Fas’ın, Pakistan militarizminin, Mısır’ın Batıcılığının ya da Orta Asya laikliğinin nasıl bir ortak paydası var ki? Hristiyan ülkeleri birleştirenden fazla bir şey orada da yok.”
Bu yüzden, Batı kitlelerini İslam’a karşı kışkırtmak için, Müslüman dünyasında yapay bir militarizm oluşturmaları ve bu terörist gruplan kullanarak İslam’ın “demokratik” Batı ile mücadele ettiği yanılsamasını yaratmaları gerekti. Ancak demokrasi derken kastedilen şey laikliktir. 18. yüzyılda İlluminati’nin amacı, din ile devleti birbirinden ayırmak ve devletin yerine kendi yönetimlerini kurabilmekti. 18. yüzyılda geniş propagandalarla Hristiyan- lığın bilimle çeliştiğini yaydılar ve Hristiyan Kilisesi’ni kışkırtıcı, yozlaşmış ve açgözlü bir örgüt olarak gösterdiler. Kilisenin o zaman kaygı uyandıracak kadar suistimal edildiği doğru olsa da, Batılı insanlardan pire için yorgan yakmaları istendi. Öğretinin kendisinde ya da sıradan inanırda bir yozlaşma yoktu ama siyası hiyerarşinin üst basamakları bozulmuştu.
Bununla çelişir biçimde, İlluminati’nin laikliği ateizme değil, kadim gizemli öğretilere dayanır. Üst kademelerine göre, gerçek diye bir şeyin olmadığı gerçeğini göstererek insanoğlunu “özgürleştiren” Şeytan’dı. Hatta ahlak denen şey uydurmaydı ve sıkıcı kitleler tarafından icat edilmişti. Onlara göre yalnızca “irade” vardı ve bu yüzden insanın başarısı, ahlak olarak görülen her türlü vesvesenin üstesinden gelmekle mümkündü. Başka değişle “yön* tem değil, sonuç önemliydi.” İlluminati’nin 18. yüzyılda başlayan planı, tüm dinleri ve batıl düşünceleri aşağılayıp, “özgürlük” düşmanı ilan etmekti. Özgürlük de, insanın canı ne isterse yapmasıydı.
Batı’nın ahmak kitlelerinin zihinlerinde bu ilkeyi telkin etmek için tarih yeniden yazıldı ve çağdaş devletler yüzyıllardır “özgürlüğe” giden bir gelişmenin sonucu olarak gösterildiler. Bu yeni tarih, Batı’nın hâlâ “zulmün” sürdüğü Doğu karşısındaki temel bir üstünlüğünü de tanımlamış oluyordu. “Batı” tarihi boyunca, Eski Yunan’dan Roma İmparatorluğu’na, Rönesans’a ve sonunda Aydınlanma çağma kadar, Avrupalı düşünürler kendilerini “batıldan” ve dinden ayırmaya çalışıyorlardı. Bu sözüm ona gelişmenin meyveleri de Fransız ve Amerikan devrimleri ve onların uyguladıkları laik sistem sayesinde “özgürlüğün” zafer kazanmasıydı.
Gerçekte, bu devrimler İlluminati’nin parmağı olan siyasi darbelerdi. Fransa’da Marki de Condorcet, Almanya’da Johann Fichte ve Amerika’da Thomas Jefferson gibi ileri gelen üyelerinin de belirttiği gibi, İlluminati’nin devrimden sonraki birincil önceliği zorunlu eğitimi yerleştirmekti. Tarihi, “özgürlüğün” bir gelişimi olarak yeniden yorumlayan ilk kişi Alman bir profesör olan ve İlluminati üyesi Georg Hegel oldu. Hegel, Kabala’ya dayanarak, tarihin Tanrı’nın kendisini anlaması süreci fikrinin gelişimi olduğunu öne sürdü. Hegel’e göre, “özgürlük” fikrinin yerleşmesi hedefine doğru sürekli ilerledikçe Batı uygarlığı batıl inançlardan annıyor ve insanın kendisi Tanrı oluyordu. Ancak, Hegel’in Batı uygarlığı mitolojisi Birinci Dünya Savaşı’na kadar tam anlamıyla oturmadı. Amerika, savaşa girişini meşrulaştırabilmek adına, Müttefikleri ayrı ulus devletler olarak değil, “özgürlük” ve “serbestlik” kavramlarını vurgulayan, ortak bir “Batı” uygarlığının üyeleri olarak sundu ve kendi emperyalist ülküsünün üstünü örttü. Tarihin “Genel Eğitim” ya da “Batı Uygarlığı Kursu” olarak da bilinen HegeFci yorumu, Amerikan üniversite sistemine uygulandı. John D. Rockefeller’in kurduğu Genel Eğitim Kurumu (GEB) ve Camegie Eğitim Geliştirme Vakfı (CFAT) gibi İlluminati’nin iki ön cephe kurumunun eğitim sistemindeki hayırsever etkinlikleri sayesinde amaca ulaşıldı.
William H. Mcllhany tarafından “Vergiden Muaf Vakıflar” eserinde ortaya konmuş olduğu gibi, bu vakıflar bir araya gelmelerinden itibaren kendilerine şunları sordular: “Bütün bir toplumun yaşam biçimini değiştirmek için, savaştan daha etkili bir yol biliyor muyuz?” Bulamadılar ve bu yüzden Birinci Dünya Savaşı’na girdiler. Ancak Büyük Savaş’ın ardından ABD’nin “diplomatik mekanizma” üzerinde yakalamış olduğu kontrolü sürdürebilmek için bu vakıflar eğitimi kontrol etmeleri gerektiğine karar verdiler. Rockefeller ve Camegie Vakıfları, Mcllhany’nin betimlediği gibi, “Bunun temelinde Amerikan tarihinin öğretiminin yattığına ve bunu değiştirmeleri gerektiğine” karar verdiler. Bu yüzden, o dönemin Amerikan tarihçilerinden en önemlileri diyebileceğimiz kişilere yanaştılar ve konuyu sunum biçimlerini değiştirmek fikrini aşıladılar. Onların etkileri sonucunda bütün Amerikan eğitim sistemi merkezi bir yönetime bağlandı. Bu sistemin kontrolü, uygulamalı ve sosyal bilimler olarak iki ayaktan yapılacaktı. Psikoloji, sosyoloji ve antropoloji gibi uygulamalı bilimler insan davranışını incelemek üzere tasarlanmışlardı ve bu davranışı kontrol etmeyi ve değiştirmeyi sağlayacak yöntemleri araştırıyorlardı. Siyaset bilimi tarihi gibi kalan dallara da tarihin düzgün bir “yorumu” eklenecekti. Çünkü, yönetimin talimatı şöyleydi: “Düzenli çalışıldıkça ve öğretildikçe; tarih, bireye daha büyük bir topluma ait olduğunu hatırlatır. Bu ortak yaşam ve onu güden ülküler, geçmişte bireylerin özverisi sayesinde kurulmuştur ve toplumun, devletin ve ulusun sürekliliği de ancak bu kuşaktaki bireylerin benzer özveride bulunmaları sayesinde mümkün olabilir.” “Üniversiteler ve Kapilatist Devlet” adlı eserinde Clyde Barrow şöyle yazar:
Tarihin devlet gözetiminde toptan yeniden yazılması, kısa vadede Amerika’nın savaşa katılmasını meşrulaştırmakla kalmadı, aynı zamanda ABD’nin sosyal bilimlerin ve sanatın gözünde daha kalıcı bir ideolojik açıdan algılanmasını da kurumsallaştırdı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında eğiticilere ilk öneriler, doğrudan yalan söylemenin ve yanlış bilgi vermenin “vatanseverliğin yanlış anlaşılmış bir açısı” olduğu yolundaydı. Bu öneriler, neyin öğretilmesi gerektiği ve tarihin nasıl “düzgün” öğretilebileceği konusunda öğütlerle sürdü. Öğretmenler Almanya ile Fransa, İngiltere ve ABD arasındaki farkları vurgulamak ve bu farktan doğan çatışmanın da baskıcı düşünceyle demokrasinin mücadelesi olduğunu anlatmaları konusunda telkin edildiler. Bu zaten, Amerikan Devrimi sırasında Amerika’nın başlatmış olduğu Özgürlük Mücadelesi’nin bir devamıydı. Demokrasiyi kusursuzlaştırmak Amerika’nın kaderi olduğuna göre, onu tehdit altında olduğu yerlerde korumak da, dünyanın kalanına yaymak da Amerika’nın sorumluluğundaydı.
“Demokrasi”nin korunmasında Amerika’nın rolü efsanesi ve onun “baskıcılığa” karşı mücadelesi, aynı biçimde Üçüncü Dünya Savaşı’na ya da diğer adıyla “Terör Savaşı” fikrine bannak oluşturdu. Hegel’e atıfta bulunan Francis Fukuyama’ya göre son tahlilde, artık “Tarihin Sonu”na gelmiş bulunuyoruz. Yani, insan zekâsının gelişiminde doruk noktadayız. Daha fazla ilerleyenleyiz ve Batı tarzı “liberal demokrasi” de son ürünümüzdür. Ancak, Orta Çağ kafasının son sığınağı, bizim bu son ürünümüzün ortaya çıkmasına engel oluyor: “İslam Militarizmi.” Bu nedenle, Samuel Huntington’un ilk olarak Dış İşleri Meclisi’nin İlluminati’ye bağlı gizli bir kolu olan Dış İşleri Dergisi’nde (E.n: Foreign Affairs Dergisi) yayınlanmış olan yazısına bakacak olursak, Batı dünyası İslam’a karşı kaçınılmaz bir çarpışmaya, yazarın deyişiyle “Medeniyetler Çatışmasına” sürüklenmektedir.
BİRİNCİ BÖLÜM
KAYIP KAVİMLER
ŞEYTAN SOYU
20. yüzyılda bir dizi dünya savaşı çıkarmak ve üçüncüyü de Müslüman dünyasına karşı başlatmak fikri, 19. yüzyılda, Amerikan İç Savaşı generallerinden biri olan, sonra da İskoç Masonları Büyük Üstadı unvanını alan Albert Pike tarafından geliştirildi. Bu kurgunun son bölümleri bizim dönemimizi ilgilendiriyor olsa da, başlangıcı en azından M.Ö. 6. yüzyıla kadar dayanan bir gizli öğretiyle ilişkilidir. Öğreti, Yahudiliğin içinde gibi görünen ama asıl amacı dünyaya egemen olup, dini ortadan kaldırmak ve Şeytan inancını yerleştirmek olan, Kabala olarak bilinen bir nifak ittifakıyla başlar. Bu Kabalacıların o günden beri amaçlan, “Mesihlerini” dünyanın önderi yapmaktır ve İnciri onların yorumlamasına bakılırsa, bu kişi Davut soyundan olacaktır. O günden beri, beklenen önderleri gelene dek bu sözde soyu korumak için kendi aralarında evlenmişlerdir ve tarihteki pek çok önemli kişi de onların arasındadır. Büyük İskender soyuyla evlenen bir İran hanedanıyla başlarlar. Kral Herod’un (E.n: I. Hirodes veya Büyük Hirodes: M.ö. 74-M.Ö. 4. Roma İmparatorluğu tarafından Yahudiye Eyaleti’ne atanan Yahudi Kralı. Birçok insan için, Hirodes hakkında en iyi bilinen şey Matta İncili bölüm 2’ de, Yeramya 31:15’ten nakille anlatılan Masumların Katli hikâyesidir) ailesiyle birleşen bu hanedan, Roma İmparatorluğu’nun en önemli gizem okulu olan Mitra’yı oluşturmuş ve dağıtmıştır ve zamanla Hristiyan hareketine katkıda bulunup, Katolik Hristiyanlığım geliştirmiştir.
Mamafih, Hristiyanlığın gizli bir türü de Mitraizm’den türedi ve Tapınak Şövalyeleri, Masonlar gibi yollarla ve “cadılık” olarak bilinen yasak sanatlarla Katolikliğe karşı hayatta kaldı. Bu gelenek, Şeytan inancının popüler bir dalı olan Merovinginler (E.n: Merovenj Hanedanı: 5. ve 8. yüzyıllar arasında bugünkü Fransa ve Almanya arasında bulunan bölgede hüküm sürmüş Frank hanedanı. Hanedanın Magdalalı Meryem’in soyundan geldiğine inanılır) tarafından sürdürüldü. Kutsal Kadeh Te simgelenen Merovinginler, Yahudi tahtı üzerinde iddiası bulunan bir aileyle evlendikten sonra, Haçlı Seferleri’nin önder ailelerini ortaya çıkardılar.
Ailenin Avrupa dalının Doğu AvrupalIlarla ve Ermenilerle birleşmesi de bu dönemde oldu. Bu Doğulu soylular, Güney Rusya’yı ve Don Irmağı boylarını dolduran ve M.S. 8. yüzyılda Yahudiliği kabul gizemli Hazarlardan (E.n: Hazar Türk İmparatorluğu) türemişlerdi. Söylentiye göre, Hazarlar kayıp boyların kalıntılarıydılar. Kafkaslar’ın hemen ötesindeki Ermenistan, bu sözde kayıp boyların bulunduğu bir başka bölgeydi. Zambak, gül, çift başlı kartal ve kurukafa ile çift kemik simgeleri, bu aristokrat soyların aralıksız evliliklerine atfediliyordu.
Haçlı Seferleri’nde, bu ağ İslam dünyasının içinde, Kahire’de gizlenen ve İslam’ın kâfir bir türevi olan İsmaililiğe inanan bir başka merkezle birleşti. Mason efsanelerine göre, bu “Doğulu Kardeşlerden” bir bölümü kurtarılıp İskoçya’ya getirildiler ve burada 18. yüzyılda ortaya çıkacak olan İskoç Masonlarının temelini attılar. Ancak, aynı zamanda bu efsaneye göre Masonluğun merkezlerinden biri de Mısır oldu ve İlluminati eylemlerinin ikincil merkezi durumuna geldi. Bu İslam takiyecilerinin bağlantıları sayesinde Batılı güçler İslami terörizmi yaratabildiler ve bu tehdit sayesinde Medeniyetler Çatışması formülünü türetebildiler.
DÜŞKÜN MELEKLER
Kabala, Yahudiliğin Babil büyücülüğü ve astrolojisiyle karışmış bozuk bir türevi olarak M.Ö. 6. yüzyılda türetildi. Bu noktadan sonra İncil derlendi ve anlaşıldığı kadanyla bu yeni öğretileri içerecek biçimde yozlaştırıldı. Dolayısıyla, İlluminati’nin tarihini anlayabilmek için, önce İncil’e bakmak gereklidir. Soylarının iddialarını orada tartarak, İlluminati inançlarının doğasını belirleyebiliriz. Bundan sonra da bu komplonun zaman içindeki gelişimini Kral Herod’dan Hazarlara, Haçlılara ve sonunda günümüzdeki El Kaide’ye kadar izleyebiliriz.
İlluminati, Düşkün Melekler’den geldiklerini, onların da Kabala olarak adlandırılan Kadim Bilgi’ye sahip olduklarını öne sürer. Bu Düşkün Melekler’den İncil’in Genesis bölümünde “Nephilim” ya da “Tanrı’nın Çocukları” olarak söz edilir ve dünyaya inip, insanlarla evlendikleri anlatılır. Hristiyan yorumlan, bu bölümle boğuşurken, sözcüğü “güçlü insanlar” olarak çevirir. Ancak doğruluğu şüpheli Yahudi metinleri, bunların Şeytan ve adamları olduğunu, Cennet’ten kovulmuş olduklannı ve Kain’den (E.n: Kabil) gelen dişiler olan kadınları eş olarak aldıklarını anlatırlar. İncil’e göre bunların soyuna Anakim denir.
İlluminati’ye göre, insanlara astroloji, büyü ve simya gibi gizli sanatlan ilk öğretenler bu dünya dışı varlıklardır. İnanırlara göre, tarihin bu dönemi kayıp kıta Atlantis’le aynı dönemdedir ve Düşkün Melekler’le insanların çiftleşmesinden türeyen bu ırkın adı da Aryanlardır. İddiaya göre, onlann yozlaşması, dünyanın o kadar yozlaşmasına neden olmuştur ki, aynı şüpheli yazılara göre, Tanrı onlan Büyük Tufan yoluyla yok etmeye karar vermiştir. Bu noktada, bütün efsanelerin yorumlandığı İncil’in ne söylediğini anlamak önemlidir. İncil’e göre, Nuh’un oğlu Ham günah işlediği zaman, kötülük dünyaya kısa zaman sonra geri dönmüştür. Ham, güneybatıya, Afrika’ya ve Orta Doğu’ya yönelmiştir ve oradaki ulusların atası olmuştur. Ham’ın oğlu Mizraim’den Mısırlılar, Put’tan Libyalılar, Kuş’tan da Habeşistan’ı kuran Kuşlular ortaya çıkmıştır. Kuş, aynı zamanda efsanevi Babil kentini kuracak ve Babil Kulesi’nin dikilmesi buyruğunu verecek olan Nimrod’un da babasıdır. İddiaya göre, Ham’ın kardeşi ve Kuş’un büyük amcası olan Şem, yeğeninin kötülükleri karşısında dehşete düşer ve Nimrod’u öldürür. Ancak ölmeden önce Nimrod evlenmiştir ve Semiramis adındaki kendi annesini hamile bırakmıştır. Nimrod öldürüldükten sonra Semiramis, Babil halkı içinde kendisine ve oğluna tapınılan bir yapı oluşturmuştur, bunun sonucunda da Güneş Tanrısı Nimrod ile Cennetin Ecesi Semiramis ortaya çıkmıştır.
Sonralan Babil halkı tarafından Bel olarak tanınacak olan Nimrod’un karşısına Yahudi ulusunun kurucusu olan ve kendi yıldızlara tapan halkını Harran’da bırakıp, yeni birdin kuran İbrahim çıkar. Her şeyin üstünde olan tek bir Tanrı’ya tapınmak ve kişinin yoldaşlarına karşı adaletli ve şefkatli davranması temeline dayanan bu din, Yahudilik olarak tanınır. İbrahim’in torunu Yakup’un (daha sonra İsrael) on iki oğlu olur ve onlardan İsrail’in on iki boyu oluşur. Ancak, İncil daha sonra bu boyların Kabala’nın etkisiyle gizemli simgeciliği öğrendiklerinin ve Avrupa’nın hanedan armacılığının ana özelliklerini belirlediklerini yazar.
Astrolojik burçlar gibi, bu on iki boy, üçerlikten dört gruba bölünmüştür ve doğanın dört unsuruna göre ayrılmıştır. Böylece Ruben, Simon ve Gad, akan suyla kıyaslanmalardır ve Kova burcudur. Aslan olan Yahuda, Yisakhar ve Zebulon, Aslan burcudur. Yakup’un öküze benzettiği Bünyamin, Menaşe ve Efrayim, Boğa burcudur. Araçları akrep olan ve astrolojide kartalla özdeşleştirilen Naftali, Aşer ve Dan ise Akrep burcudurlar.
Kardeşler, bir diğer kardeş olan Yakup’u kuyuya atarak öldürmeye kalkışırlar ama o kurtarılır ve sonunda Mısır valisi olur. İsrailliler kıtlıkla yüzleştikleri zaman, Mısır’daki Yusuf’un yardımını isterler. O da hain kardeşlerine gerçek kimliğini açıklar. Mısır’da dört yüz yıl geçirdikten sonra sayısı iyice artan İsrailliler, onlara baskı uygulamakta olan Firavun’u kaygılandırmaya başlarlar. Ahit’te atalarına vaat edilmiş olan topraklara onları ulaştırmak ve İsrailliler arasında İbrahim’in tek tanrılı dini olarak bilinen inancı canlandırmak üzere Tanrı tarafından Musa gönderilir. İncil’e göre Tanrı, Yahudileri diğerlerinden üstün görmüştür ve emirlerini onlara açıklamıştır.
Firavunla yüzleştikten sonra Musa halkının göçünü yönetmek için izin alır. Ancak, İsrailliler Kızıl Deniz’i geçtikten kısa bir süre sonra, Musa Sina Dağı’nda On Emir tabletlerini almaktayken kâfirlik ederler ve erittikleri mücevherlerden altın bir dana heykeli yaparlar. Âlimler, bu inek-tanrının Mısırlıların Osiris’ine denk olan Apis Boğası’ndan ödünç alınmış bir fikir olduğunu onaylarlar. Daha doğrusu, Mısır’da Osiris ve İsis olarak bilinen kişiler, Babil’de Nimrod ve Semiramis olarak tapınılanların birer türevidir.
Musa, Yetmişler’den putperestleri yok etmelerini ister ve kavim Vaat Edilmiş Topraklar’a yolculuğunu sürdürür. Orada da yerlileri fethetmeleri buyrulur. Kabalist söylencelere göre, Musa’nın gizli öğretiyi açıkladığı ilk kişiler bu Yetmişler’dir. Bu Yetmişler, Romalılar tarafından yenilinceye kadar İsraillileri yönetecek bir yasama örgütü olan Sanhedrin kurumunun temelini atarlar. Musa da, kardeşi Harun gibi Levi boyundan gelmektedir. Kohenler (Kohanim) denen ve soylarını ona dayandıran rahip kuşakları da Levilerden çıkar.
O günlerde Filistin’de Ham’ın dördüncü oğlu Kenan’ın (E.n: Canaan) soyundan gelenler yaşamaktadır. Incil’e göre, günahı işlemiş olan Ham olduğu halde, ceza onun oğluna ve soyuna çöker. Ancak daha garip tefsirlere göre, Kenan soyu Anakim’den kurtulanları simgeler. Devarim 9:1-2 bölümünde şunlar yazar: “Dinle İsrail! Bugün, senden daha güçlü ulusları, göğe kadar berkitilmiş kentleri, uzun boylu insanları, Anakim’in soyunu devirmek üzere Ürdün’ü geçiyorsun. Onlar, ‘Anak soyunun önünde kim durabilir ki?’ derler.”
İsrailliler sonunca Filistin topraklarına egemen olmayı başarırlar ama kısa zaman sonra putperestliğe dönerler. Incil’e göre Yahudilere tekrar tekrar Kenan (Canaan) soyuyla evlenmemeleri ve onların putlarına tapmamaları söylenmiştir. Bu uyanlara karşın, ilk İsrailliler kendi tebaalarıyla evlilikler yapmakla kalmazlar, Nimrod ve Semiramis’in Kenan çeşitlemeleri olan Baal ve Astarte gibi putlara tapmaya da başlarlar.
Farklı toplumlar tarafından farklı adlar verilmiş olsa da, ölmekte olan bu tanrı ve tanrıçaların ortak özellikleri bulunur. Her zaman, kışın dünyanın altına, yeraltı dünyasına giren güneşle birlikte anılırlar. Bu yüzden Hristiyan paskalya inancına göre “öldükleri” ve baharda yeniden canlandıkları var sayılır. Baal ve kız kardeşi Astarte ikiz olarak görüldükleri ve birbirleriyle evli olduklan için, çift cinsiyetli tek bir tanrı olarak algılanırlar ve özgün Latince adı Lucifer olan Venüs’le simgelenirler. Temelde, ilk putperestlerin inançları ikicidir. (E.n.: Dualist). Cennette iki güç olduğunu, birinin iyi, birinin kötü olduğunu düşünürler. Kışın oraya gittiğine inanıldığı için, ölmekte olan tanrı, yeraltının tanrısı olarak algılanır, ölülerin ruhlarına egemen olduğu ve dolayısıyla kötü olduğu düşünülür. Bu da kara büyü uygulamasına yol açar. Ondan korunabilmek ya da düşmanlara karşı ruhların yardımını alabilmek için çirkin kurbanlar gerektiğine inanılır. En yaygını da çocuk kurbanıdır. Aşın sarhoş durumda, acı çeken çocuğun çığlıklarını bastırabilmek için yüksek müzik eşliğinde yapılan bu törenler toplu seksle biter. Bunlar, daha sonra “Gizemler” olarak bilinecek olan ayinlerin temelidir.
Kabala tefsirine göre, Yahudi kralların tümü Yusuf’tan ve fahişe kılığına girip onun aklını çelen Kenanlı bir kadın olan gelini Tamar’dan gelmektedir. Oğulları Perez, Davut’un soyundandı. Kabalacı geleneğin büyük bölümünün yüklendiği Süleyman, Davut’un Hititli bir kadın olan Batşeba’dan doğma oğluydu. Kabala tefsirine göre, Mesih Davut soyu olduğu kadar, bu nedenlerle aynı zamanda Düşkün Melekler’in şeytani soyundan da gelmektedir.