Roman (Yabancı)

Küçümseme

kucumseme 5ed3fe87d976dStevie, bir seri katil…
İnsanları öldürürken, onlara tek şey soruyor:
“Ne görüyorsun?”
Cevabını bulmak üzere…

“YILIN EN İYİ GERİLİM ROMANI”
GENREVILLE

“DİTMAR EN İYİ ROMAN ÖDÜLÜ”
“SHADOWS EN İYİ KURGU ROMAN ÖDÜLÜ”

Çok güçlü bir yapıt… Hatta öylesine güçlü ki duygularımı kontrol altında tutmaya çalışmak bile boğazımı düğümledi. İnsan ruhunun sefilliğini bu derecede ele geçiren başka birini daha görmedim. Okurken tamamen kitaba kapıldım. Bütünüyle beni içine çekti.
– RUSSELL KIRKPATRICK, Bestseller Yazar

Kaaron Warren, yeni ve inanılmaz derecede yetenekli bir ses… Onun eserlerini mutlaka okumalısınız.
– ELLEN DATLOW

Son derece özgün…
– SciFİ NOW

Tek kelimeyle karınlarınızı burkacak…
– JON COURTENAY GRİMWOOD, SFX

***

On Sekizimde

O gün kesinlikle eve taksiyle dönmeliydik! Annemin lotodan kazandığı parayı harcamak için öğle yemeğine çıktık. Para dört dörtlük bir yemeğe yetecek kadardı. Kendimize zengin ve tatmin edici bir menü ısmarladık: Camembert peynirli tavukgöğsü, rokfor peyniri ile servis edilen salata; bir şişe tatlı üzüm şarabı, şampanya ve su. Yüksek sesle gülüşüyor ve şakalaşıyorduk. Annemin keyfi yerindeydi, o her zamanki dırdır edip duran halinden de eser yoktu. Havadan sudan konuşuyorduk. Bunun birlikte yediğimiz son yemek olduğu aklımızın ucundan bile geçmezdi(Bunu bilsek belki de böyle havadan sudan konuşmazdık.).

– Saç kesimim hakkında ne düşünüyorsun?

– (Dudağına yapışmış maydanoz parçasının farkında olmadan…) Senin yerinde olsam o kuaföre bir daha gitmezdim, Stefanie.

– Farkındayım. Değişiklik istediğimi söyledim, beni ne hale getirdi. Aptal kadın!

Oysa ben ona, sadece biraz havalı görünmek arzusunda olduğumu; bu yüzden saçlarıma değişik bir model vermesini istediğimi söylemiştim. O da, ”On sekizini geçtin mi daha özenli olman gerekir.” diyerek sadece uçlarından almak istedi. “Tamam.” dedim. Kaç yaşında olduğumu düşünmüştü acaba?

Saçlarımı kesmeye başladı. Koyu renkli, ıslak saçlarımın uçları, vücut hatlarını ortaya koyan fileli çoraplarının parlak taşlarına değip yere düşüyordu. Gözlerimi ondan alamıyordum. “Güzel bir kırmızı tonuyla bütünleşecek çok güzel bir yüzün var, biliyor musun?” dedi. “Saçlarını birazcık da kabartmamız lazım, böyle çok sönük duruyor. Belki kaşlarına da bir el atmalıyız.”

Kuaför, oldukça zayıf bir kızdı. Siyah saçlarının kesimi, kafasının üzerinde metal bir miğfer varmış hissini uyandırıyordu. Gümüş rengi dar bir badi, kalın fitilli kadife bir etek ve fileli çoraplar giyiyordu. Altındaki döner sandalyeyle, etrafımda bir adanın etrafında dönercesine dönerek kesmişti saçlarımı. Aralıksız konuşuyor, sürekli bir şeylerden yakınıyordu. Derin bir nefes aldı: “Her neyse, eminim anlattıklarım hiç ilgini çekmiyor.” dedi. Başımı kaldırıp kıza baktığımda, benden hiç hoşnut olmadığını fark etmiştim. Saçlarımı hiç konuşmadan kuruttuktan sonra arkalarını görebilmem için ayna tutmuştu. Hiçbir şey söylemedim.

– Beğendin mi?

– Şaka mı yapıyorsun?

Bu söylediğim onu çok şaşırtmıştı. Başkası olsa belki de beğenmiş gibi yapardı. Beni lanet bir sürtüğe benzetmiş olsa da kıza parasını ödeyeceğimi söyledim. Bana bu benzetmeyi yaptıran kitapların uyduruk şeyler olduğunu ve bu nedenle de kitap okumanın hiç zekice bir şey olmadığını düşünen bir kadındı.

– Siz neler okursunuz, diye sormuştum.

– Ay, ben magazin dergilerine bayılırım. Sıkılmadan arka arkaya okuyabilirim. Magazin dergilerinde daima farklı şeyler anlatılır çünkü cevabını aldım.

* * *

Anneme bunları anlattığımda bana “Uydurukçu!” deyip gülmüştü.

– Ah Stefanie, konuyu saçından başka yerlere çekmek istiyorsun sadece.

– Kadının söyledikleri bunlardı gerçekten, yemin ederim, deyip şarabımdan bir yudum aldığımda suratım ekşimişti. Hâlbuki annem her zaman tatlı şeyleri tercih ederdi.

– Limonata içsek bundan iyiydi, dedim.

– Aslında saçların kötü görünmüyor. Sen sadece çekici görünmeye alışık değilsin.

– Çok teşekkür ederim. İstersen senin için de randevu alabilirim(!)

Bahsettiğimiz şeyler bu tür şeylerdi işte.

Restoranda yemek yiyen diğer müşteriler ve yüzünde korkunç sivilceleri olan garson hakkında değişik hikâyeler anlatarak annemin dikkatini dağıtmaya çalışıyordum.

– Aynı baban gibisin. Baban da en olmadık şeyleri kulağıma fısıldayarak anlatırdı. Deden hakkında neler anlattığını bir bilsen…

– Ne anlattı, diye sordum, dedem hakkında konuşmayı sevmediğim halde. Öldüğünde beş yaşındaydım. Beni çok sevdiğini hatırlar gibiyim. Bazen, hafifçe gülümseyen bir ifadesi canlanır kafamda. Dedem bana çok yakın davranır, bana şekerler alırdı. Zamanının çoğunu bir şeylerden şikâyet ederek geçirse de yalnız kaldığımız zamanlarda çok cömert ve nazik bir adam olurdu.

– Hadi anne, babam ne anlattı, diyerek garsonun masamıza bıraktığı çikolata tabağını anneme uzattım. Bir sürü madlen çikolata gelmişti ve hepsini yemeye kararlıydık.

– Deden kasabadaki herkesle evlilik dışı ilişki yaşamış. İsteyen herkesle…

Annem konuşurken eliyle ağzını kapatıyordu çünkü biz bu tür konulardan çok fazla bahsetmezdik.

– Ne! Erkeklerle de mi?

Annem bu sözlerimden dolayı dehşete kapıldığı için çikolatalar boğazına dizildi ve öksürdü.

– Hakikaten tam bir şaklabansın, baban gibi.

Bunun doğru olduğunu biliyordum. Babam önce polis kuvvetlerine katılmış, sonra da uzun bir süre dedektiflik yapmıştı. Ben de çoğu zaman babamın anlattıklarının gerçekten doğru mu yoksa uydurma mı olduğunu merak ederdim. Arabaya giderken anahtarları yere düşürdüm. Alkolle aram hiçbir zaman iyi olmamıştı. Sadece iki kadeh şarap içmiştim aslında ve sınırı da aşmamıştım ama kahkahalarıma engel olamıyordum. Annem de kıkırdıyordu. Çok mutluyduk.

Bir anda sıkıldığımı hissettim: annemle olmaktan, arkadaşmışız gibi davranmaktan, bana eşlik ettiği için çok mutluymuşum gibi yapmaktan… Arabayı hızlıca sürüp annemi eve bıraktıktan sonra yalnız kalabileceğim başka bir yere gitmek istiyordum. Kendimi sahtekâr bir gibi hissetmeyeceğim bir yere… Bir taksi çağırıp annemi eve taksiyle göndermeliydim. Böyle yapsaydım annem bana alınmış olsa da hala yaşıyor olurdu.

* * *

– Araba güzel kokuyor, dedi.

– Teneke kutunun içinde yeni deri döşeme…”

En iyi kokulardan biridir yeni döşeme kokusu. Arabayı hızlı kullanıyordum. Yolda bir çocuk gördüğüme yemin edebilirdim. Direksiyonu çevirdim ve sonra hâkimiyetimi kaybettim. Hatırlamadığımı söyledim ama her şeyi çok net hatırlıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum demiştim oysa başım hatırladıkça çatlayacak gibi oluyor. Annemin beni korumak için kollarını önüme gerdiğini, küçük bir çocukmuşum gibi beni koltuğumda tutmaya çalıştığını çok iyi hatırlıyorum. Ben de kollarımla yüzümü kapatıp kendimi korumaya çalışmış, yine de kafatasımın çatlamasına engel olamamıştım.

Dönüp anneme baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Ölmekten korktuğu belliydi ama kendi ölümünden daha çok korkutan şey benim ölümümdü. “Dikkat et!” diyordu duvara çarptığım zaman (O duvar, zenginlerin oturduğu binalara varoşların gürültüleri ulaşmasın diye orada duruyordu. O duvar olmasaydı, annem belki de ölmeyecekti. Gazeteler için iyi bir manşet çıkarmıştı: “Ölüm Duvarı”, “Uzun Yaşama Karşı Sessiz Yaşam”).

* * *

İnsanlara, özellikle de Peter’a, annemin tek kelime etmeden öldüğünü söylemiştim. Kimseye de gittiğim yerden bahsetmedim. Kafamı çarpmış ve kendimi soğuk, karanlık bir odada bulmuştum. Oda, yüzleri tanıdık, isimleri dilimin ucunda bir sürü insanla doluydu. İsimlerini çıkaramasam da… Üzerine uzatılmış olduğum tahta, sanki üstü jiletle kaplanmış gibi sırtımı acıtıyordu.

Yüzlere odaklanmaya çalışıyordum. Bazılarını tanıyordum. Gözleri sulanmıştı. Hiç göz kırpmıyorlardı, bu yüzden olmalıydı. Zombi gibi, gözlerini dikmiş bana bakıyorlardı.

Kokularını alabiliyordum. Artık çok yakınımdaydılar. Damarlarının içinde akan kanı bile görebiliyordum neredeyse.

Nabzıma bakmak için bileğimi tuttum: bam bam, bam bam…

“Peter!” dedim.

Peter da oradaydı. Onu gördüğüm fark ettiği anda öne doğru adım atmıştı. Kolları yan tarafında, elinde bir patates soyacağı tutuyordu. Güldüm. Hepsi korkarak geri çekildi. Bunlar ışıktan ve sesimden korkan zayıf yaratıklardı. “Annem nerede?” deyip onları uzaklaştırmaya çalışmıştım fakat işe yaramamıştı. Ayaklarını sürüyerek bana doğru yaklaşmaya başladılar. O anda bazılarını tanıdığımı fark ettim. Yolun sonundaki şeker dükkânında gördüğüm kadın da oradaydı. Tombul kolları yüzünden, çiçek desenli elbisesi patlayıverecekmiş gibiydi.

“Kırmızı ışık yanıyordu.” Dedim, ağzım açılınca. Kadın dilimi tuttu ama ben dilimi elinden kurtarmayı başarabildim. Parmaklarında idrar ve toz tadı vardı.

Orta yaşlarda, sarışın, dik saçlı bir adam vardı. Gözleri şiş duruyordu ve kırmızıydı. Göğsümün üstüne kitaplar yığmaya başladı. Bir tane, sonra başka bir tane, sonra bir tane daha… Kahverengi saçlı, çenesinde küçük bir yara izi olan yakışıklı bir çocuk da omzumdan bastırarak doğrulmamı engelliyordu. Bir kitap daha, bir tane daha derken göğsümdeki ağırlık yüzünden nefes alamaz duruma gelmiştim.

Saçları yağlı bir kız çocuğu, nefesini ağzıma doğru üfledi.

– Ançüezden uzak durmalısın, dedi bana, dişlerini göstererek. Etrafımı bütünüyle bu yabancı insanlar sarmıştı. Ellerinde birtakım şeyler vardı: araba anahtarları, alışveriş poşetleri, otobüs biletleri… Tamamen etrafımı sarmışlar, beni koklamak için üzerime eğiliyorlardı. Yine okuldan hatırladığım, Peter’a babalarıymış gibi yapışan, bazı çocuklar da oradaydı. İsimlerini biliyor, ne kadar zayıf karakterli olduklarını hatırlıyordum:
Darren, Ağlamış Suratlı Bobby, Belinda Green, Neil… Yaptığımız süt kavgasını hatırlayıp süt demeye çalıştığım sırada ağzıma bozuk süt tadı geldi. Tükürmek için kafamı yana çevirmek istedim ama yapamadım. Sütün birazı, dudaklarımın kenarından dışarıya sızmıştı ama kalanı hala ağzımdaydı. Sanki gırtlak kapağımı açmamı, içeri girmesine izin vermemi ve yutkunmaya devam etmemi bekliyordu Kulağımda bir ısırık acısı hissettim. Artık kafamı sağa sola çevirebiliyordum. Bir keresinde sokakta koşarak beni geçebileceğini söylemiş olan komşum Gary de oradaydı. Yarışırken hile yapmıştı. Sütü suratına püskürttüm, sırıtarak yüzünden yere dökülmelerini izledi.

Doğrulup oturduğumda odada bir dalgalanmaya sebep olmuştum. Annemle yemek yediğimiz restoranda çalışan garsonumuz Sivilceli Surat da oradaydı. Çocuğun servis ettiği yemek de hala midemdeydi. “Sivilceli Surat!” dedim. Suratını buruşturup kolunu havaya kaldırdı ve elindeki çatalın sivri uçlarını bacaklarıma batırdı. Acının kendisini değilse de acı fikrini algılayabiliyordum. Çatalın açtığı deliklerden katı bir kan sızmaya başlamıştı. Sanki iyi pişmiş bir tavuktan çıkan kan gibiydi.

Arkasında bir sürü yabancı vardı. Acaba bunlar restorandaki diğer insanlar mıydı? Yoksa onlar da bizimle aynı anda restoranda mıydı? Son yemeğinde annemi onlar da görmüş müydü?

Onlara, annemin o anki yüz ifadesinin nasıl olduğunu sormak istiyordum. Hayatının en güzel anını yaşıyormuşçasına mutlu muydu, yoksa her şeyin kötüye gideceğini hissetmenin huzursuzluğunu mu yaşıyordu? Öldüğü için şanslı mıydı, aslında?

Biri saçlarımı çekiştirip düğüm atıyordu (şu zayıf kuaför). “Sana paranı ödedim ya!” dedim. Saçlarımı daha sert çekmeye başladı. Kökünden tutam tutam kopardığı saçlarımı, yere atıyordu. Benim söylediklerimi umursamıyordu bile. Tıpkı onun gibi, diğerleri de beni dinlemiyordu.

Okuldan başka bir çocuk daha vardı, küçük Ian, şu sıkıcı “Ian Pope” da oradaydı. Beyaz renkli kriket takımları giymişti.

“Sen oyunun dışındasın.” dememle elindeki kriket sopasını burnuma indirmesi bir oldu. Burnumun çatladığını ve akan kanın çeneme kadar yayıldığını hissedebiliyordum. Burasının güneşli bir cennet köşesi olmadığını, çoktan anlamıştım. Bu insanların beni sevmediği belliydi.

Diğer aracın sürücüsü de buradaydı ama arabası burada değildi. Ve duvar da yoktu. Çocuk sandığım da aslında onun arabasıydı. Karşı yönden gelen başka bir araba… Bize yardım etmek için durmuştu (Yanlış zamanda yanlış yerde… Ben de o saatte orada değil, evde olmalıydım). O da mı ölmüştü? Yoksa buradaki herkes ölü müydü?

Buradan çıkmalıydım. Ait olduğum yer, zayıf düşmüş bir halde acı çekmeyi beklediğim bu rezil yer değildi. Çığlık atmak için ağzımı açtım: “Beni bırakın, bırakın beni!”. Sanki hepsi benim için oradaymış gibiydi. Biri hayatımı kurtararak beni o karanlık odadan çıkardı.

* * *

Annemin cenaze törenini kaçırmıştım. Peter ve ben artık öksüz kalmıştık. Cenaze ile ilgili tüm sorumluluğu Peter üstlenmişti. Hayalimde, annemin cansız, durmasını istedikleri gibi yerleştirdikleri bedeninin etrafında dolanan insanların görüntüsü canlandı.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Dokuz Günlük Kraliçe -Alison Weir

Editor

Cehennemde Balo Geceleri

Editor

Domaniç Dağlarının Yolcusu

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası