Diğer

Lady Chatterley’in Sevgilisi

“Bu kuru söz kalabalığı, sana dokunamadığım için. Seni kollarıma alıp uyuyabilseydim, bunca mürekkep şişede de durabilirdi. Birlikteyken gene erdemli kalabilirdik. Ama bir süre ayrı olmamız gerekiyor, gerçekte böylesi de daha iyi. Ah, kesinlike güvenebilsek geleceğe… Ama benliklerimizin büyük kesimi bir arada, bir süre bekleyerek, en kısa bir zamanda buluşmak üzere birbirimize doğru yol alıyoruz. John Thomas, Lady Jane’e iyi geceler diler, biraz boynu bükük ama gönlü umut dolu.”

Lady Chatterley’in Sevgilisi, kadınla erkek arasındaki yalın ilişkinin sonsuz olanaklarının, birey yaşamına getireceği yenilenme ile coşkunun araştırılması, Savaş sonrasının açgözlü, kısır, doğadan gitgide kopan ortamında, bir Lady ile bir koru bekçisi arasındaki tutku dolu ilişkiyi anlatan bu roman, yayımlandığı pek çok ülkede büyük tartışmalar doğurmuştu.

***

1

Çağımız ister istemez içler acısı bir çağ olduğundan, onu acıklı görmekten kaçınıyoruz. Büyük yıkım gelip geçti, kalıntılar ortasındayız şimdi, küçücük yeni evler kurmaya, küçücük umutlar beslemeye başlıyoruz. Oldukça güç bir iş bu: geleceğe uzanan düz bir yol yok, ama engellerin çevresinde dönüp duruyoruz ya da üzerlerinden atlıyoruz. Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.
Constance Chatterley’in durumu da buydu aşağı yukarı. Savaş, evini başına yıkmıştı. İnsanın yaşayıp öğrenmek zorunda olduğunu anlamıştı böylece.
1917’de Clifford Chatterley bir ay izinle yurda döndüğünde evlenmişlerdi. Balaylarının bitiminde kocası, altı ay sonra hemen hemen parçalanmış bir durumda İngiltere’ye getirilmek üzere, Flanders’a dönmüştü. O sıralar karısı Constance yirmi üç, kendisi de yirmi dokuz yaşındaydı.
Clifford, olağanüstü bir yaşama tutkusu gösterdi. Ölmedi, gövdesinin darmadağın üyeleri yeniden birleşti. İki yıl doktorların elinde kaldı. Sonunda iyileştiğini; gövdesinin yarısı, yarı belinden aşağısı, ölünceye değin inmeli kalmak üzere, gene yaşayabileceğini söylediler. Bu 1920’deydi. Karı koca, Clifford’un evine, aile yurtluğu olan Wragby Hall’e döndüler. Babası ölmüştü, baronluğu alan Clifford, Sir. Clifford olmuştu şimdi, Constance de, Leydi Chatterley. Chatterleylerin oldukça ıssız kalmış yurtluğunda, az buçuk bir gelirle ev geçindirmeye, birlikte yaşamaya başladılar. Clifford’un bir kız kardeşi vardı, ama o da gitmişti. Bunun dışında hiçbir yakın akrabası yoktu. Ağabeysi savaşta ölmüştü. Ölünceye değin kötürüm kalmaya yazgılı Clifford, artık hiçbir zaman çocuğu olmayacağını bile bile, ailesinin adını elinden geldiğince sürdürmek üzere, gelip dumanlı orta İngiltere’ye yerleşti.
Gene de pek yıkılmış değildi. Tekerlekli sandalyesiyle kendi kendini istediği yere taşıyabiliyor, küçük bir motoru bulunan hasta–arabasını yavaş yavaş sürerek bahçenin dört bir yanında, gerçekte sahip olmakla övündüğü, bununla birlikte sözünü ederken pek önemsemezmiş gibi göründüğü güzel, üzgün havalı park içinde dolaşabiliyordu.
Bunca acı çekmiş olmakla, acı çekme yeteneği bir yerden sonra tükenmişti artık. Gene de garip, canlı, şen kalmıştı, sapasağlam görünen kırmızı yüzüyle, büyüleyici, parlak, soluk mavi gözleriyle cıvıl cıvıldı nerdeyse. Omuzları geniş, güçlü, elleri ise çok güçlüydü. Gösterişli giyinirdi, Bond Street’den alınma göz alıcı boyunbağları takardı. Bütün bunlarla birlikte, yüzünde sakat bir adamın sakıngan bakışı, hafif boşluğu sezdirdi.
Ölümün öyle yakınından dönmüştü ki, şimdi kendisinde kalan eksik yaşam bile son derece değerliydi gözünde. Kaygulu gözlerinin parıltısında, geçirdiği büyük yıkımdan sonra yaşayabilmenin övüncü apaçık görülmekteydi, ama öylesine incinmişti ki, içindeki bir şey yok olmuş, birtakım duyguları susmuştu. Bomboş bir duygusuzluk çukuru açılmıştı içinde.
Karısı Constance ise, yumuşak kara saçlı, gürbüz yapılı, ağır, az rastlanır bir enerjiyle dolup taşan, al yanaklı, köylü görünüşlü bir kızdı. İri şaşkın gözleri, yumuşak tatlı bir sesi vardı; görünüşte, doğup büyüdüğü köyden daha şimdi gelmiş gibiydi. Oysa durum bambaşkaydı. Babası, bir zamanların ünlü Güzel Sanatlar Akademisi Üyesi koca Sör Malcolm Reid’di. Annesi de geçmiş güzel günlerin pre–Raphaelite günlerinin seçkin Fabian’larından biriydi. Sanatçılarla bilgili sosyalistler arasında Constance ile kız kardeşi Hilda estetik yönden gelenek dışı denebilecek bir yolda yetişmişlerdi. Sanat havası alsınlar diye Paris’e, Roma’ya, Floransa’ya, öte yandan da Lahey’e, Berlin’e, konuşmacıların her uygar dili kullandığı, hiç kimsenin hiçbir şeyi şaşkınlıkla karşılamadığı, büyük Sosyalist kurultaylarına götürülmüşlerdi.
Böylece iki kız da küçük yaştan beri hem sanatla hem de politik düşüncelerle içli dışlı olarak yetiştiler. Çevrelerinde buldukları doğal ortamdı bu. Bir yandan kozmopolit bir yandan da taşralıydılar, katıksız sosyal ülkülerle el ele ilerleyen kozmopolit taşracı sanat gibi.
On beş yaşlarında, başka şeyler yanı sıra müzik de öğrenmek için Dresden’e gönderilmişlerdi. Çok güzel bir zaman geçirmişlerdi orada. Öğrenciler arasında özgürce yaşamışlar, erkeklerle felsefe, toplumbilim, sanat konularında tartışmışlardı. Bu konularda erkeklerden geri kalır yanları yoktu; belki onlardan üstündüler bile, çünkü kadındılar. Koltuklarında gitar taşıyan gürbüz delikanlılarla ormanlarda dolaşmışlardı. Wandervogel türküleri söylemişlerdi, özgürdüler. Kuşlar gibi özgür! Özgür! Büyük bir sözdü bu. Kırlarda, orman sabahlarında, ateşli, güzel sesli delikanlılarla birlikte, gönüllerince davranmakta –en önemlisi de– içlerinden gelen her şeyi konuşmakta özgür. En önemli şey konuşmaydı onlar içini; tutkulu bir söz alışverişi. Sevişmek ise küçük bir değişiklikti ancak.
On sekiz yaşına vardıklarında, hem Hilda hem de Constance cinsel sevgiyi tatmışlardı. Öylesine tutkuyla konuştukları, birlikte türküler söyledikleri, ağaçlar altında özgürce kamp kurdukları delikanlılar aşk birleşmesini de istemişlerdi tabii. Kızlar ilkin kuşkuluydular, ama öyle çok konuşuldu ki bu konu, büyük önem kazandı birdenbire… Erkekler ise öylesine alçakgönüllü, öyle susamışlardı ki. Bir kız neden kraliçeler gibi davranamayacak, armağanını kendiliğinden bağışlayamayacaktı?
Böylece her biri armağanını, en büyük incelikle, içtenlikle tartıştığı delikanlıya bağışladı. Düşünceler, tartışmalardı gerçekte önemli olan; sevişmek, birleşmek, bir bakıma ilkelliğe dönüş, düşülen bir karşıtlıktı biraz da. Birleşmeden sonra delikanlıya duydukları sevgi azalıyor, nefrete dönüşüyordu biraz, sanki gizli benlikleri, iç özgürlükleri çiğnenmiş oluyordu. Çünkü bir kızın bütün yüceliği, yaşamasının bütün anlamı, sonsuz, yetkin, katkısız, soylu bir Özgürlüğü gerçekleştirebilmesindedir. Nedir taşıdığı anlam bir kızın yaşamının? Eski aşağılık ilişkilerden, boyun eğişlerden silkinmek değil mi?
Duyguculuğa boğulabilmekle birlikte, bu cinsel birleşme sorunu da en eski, en aşağılık ilişkilerden, boyun eğişlerden biriydi. Bunu yücelten ozanlar çoğunlukla erkekti. Kadınlar her zaman için, daha iyi, daha yüce bir şeyin varlığını sezmişlerdi. Şimdi iki kız her zamankinden daha bir kesinlikle anlamışlardı bunu. Bir kadının güzel, katkısız özgürlüğü, herhangi bir cinsel birleşmeden kat kat daha üstün bir şeydi. Ne yazık ki bu konuda erkekler kadınlardan çok geriydiler. Köpekler gibi, cinsel birleşmede direniyordu onlar.
Kadın da buna boyun eğmek zorundaydı. Tutkuları bakımından, bir çocuk gibiydi erkek. Kadın, istediğini vermezse, bir çocuk gibi huysuzlaşıyor, başını alıp giderek çok tatlı bir ilişkiyi bozuveriyordu. Ama bir kadın erkeğe, özgür iç benliğini çiğnetmeden de boyun eğebilir. Aşktan söz eden ozanlarla konuşmacılar bu noktaya yeterince önem vermemişlerdir. Erkeğe boyun eğen bir kadın, kendisini gerçekten vermek isterse, tersine, bu cinsel bağı erkek üzerinde egemenlik kurmakta kullanır. Cinsel birleşme sırasında kendini tutarak, kendisi coşkunluğa varmadan erkeğinden tutkularının sona ermesini beklemekle kolayca yapar bunu; sonra birleşmeyi uzatarak kendi haz titremesine, coşkusuna varır, erkek ise bir araçtan öteye geçmez bu sırada.
Savaşın patlak vermesiyle apar topar eve çağrıldıklarında, iki kız da cinsel sevgi yaşantısını tatmış durumdaydı. Sözle yakınlık kurmadığı, baş başa KONUŞMAYI içten dilemediği bir erkeğe ikisi de hiçbir zaman sevgi duymamıştı. Kafası gerçekten çalışan bir erkekle her saat, dönüp dönüp her gün, her ay tutkuyla konuşmanın o şaşırtıcı, derin, inanılmaz ürpertisi… denemezden önce hiçbir zaman düşünememişlerdi bunu! Cennete özgü: “Konuşabileceğin erkeklerin olacak!” sözü hiçbir zaman söylenmemişti. Daha onlar anlamını bile kavrayamadan, yerine gelivermişti verilen söz.
Bu canlı, iç-aydınlatıcı tartışmaların uyandırdığı içten yakınlık sonucunda, cinsel birleşme kaçınılmaz bir şey olunca, boyun eğmek yerinde bir şeydi. Bir bölümün sona erişini belirliyordu bu sanki. Kendine özgü bir coşkusu da vardı bu işin: Gövdenin ta içerilerinde, garip türden bir titreşim, son bir kendini benimsetme ürpertisi; son söz gibi, heyecanlı, bir paragrafın sonunda, konunun, akışındaki bir kesintiyi belirlemek üzere konmuş yıldızlar gibi tıpkı.
1913’te Hilda yirmi, Connie on sekiz yaşındayken, yaz tatili için eve döndüklerinde, babaları ikisinin de cinsel yaşantıdan geçmiş olduğunu açıkça anlamıştı.
Birisinin dediği gibi, “Aşk oradan geçmişti”. Ama, kendisi de bir serüven adamıydı, işi oluruna bıraktı. Son birkaç ayını bir sinir hastası olarak geçiren annelerinin ise tek dileği, kızlarının ‘özgür’ olması, ‘gönüllerince yaşaması’ydı. Kendisi hiçbir zaman bütünüyle kendi gönlünce yaşayamamıştı: bu hak esirgenmişti ondan. Nedenini Tanrı bilir, hem parası hem de seçilmiş belli bir yolu olan bir kadındı çünkü. Kocasını suçlandırıyordu. Ama gerçekte, kafasıyla ruhunu, pençesinden bir türlü kurtaramadığı geçmiş bir güçten geliyordu bu. Hıncın, sinirli, kabına sığmaz karısını dilediğini yapmakta özgür bırakan, öte yandan kendisi de bildiği yoldan yürüyen Sör Malcolm’ın bunda hiçbir suçu yoktu.
Böylece hiç kimse ses çıkarmadı kızlara, gene Dresden’e, müziğe, üniversiteye, delikanlılara döndüler. Her biri, kendi erkeğini seviyordu, erkekleri de onları kafaca yakınlığın bütün tutkusuyla seviyordu. Erkekler, düşündükleri, dile getirdikleri, yazdıkları bütün güzel şeyleri kızlar için düşünüyorlar, dile getiriyorlar, yazıyorlardı. Connie’nin sevdiği delikanlı müziğe düşkündü, Hilda’nınki ise tekniğe ilgi duyuyordu. Ama, ancak genç kızlar için yaşıyorlardı. Kafalarında, düşüncelerinde hep genç kadınları. Bir yerde, birileri onları çekiştirmekteydi belki, ama bunu sezmiyorlardı bile.
Aşkın, gövdesel yaşantının onlardan da geçtiği açıkça belliydi. Cinsel sevginin hem erkek hem de kadın gövdesinde ne ince, ne tartışma götürmez bir değişikliğe yol açtığı garip bir gerçektir: kadın daha bir dirileşir, yuvarlak çizgileri daha bir incelik kazanır, sivri genç çıkıntıları yumuşar, yüzüne ya kuşkulu ya da utkulu bir anlatım yerleşir: erkek ise çok daha yatışır, daha çok içine kapanır, omuzlarıyla kalçaları daha gösterişsiz, daha çekimser bir biçime bürünür.
Birleşmenin gövdeleri içinde yarattığı cinsel ürperti karşısında iki kız kardeş, o garip erkek gücüne az kalsın yenileceklerdi. Neyse ki çabuk toparlandılar, cinsel ürpertiyi bir duyum sayarak özgür kalabildiler. Erkekler ise genç kadınlara, kendilerine bağışlanan cinsel yaşantıya bir karşılık olarak ruhlarını verdiler. Sonra da iki lira kaybedip de yirmi beş kuruş bulmuş bir adam durumuna düştüler. Connie’nin delikanlısı somurtuyordu, Hilda’nınki de alaycıydı biraz. Ama erkekler böyledir işte! İyilik bilmez, hiçbir zaman doymaz, yetinmezler. Onları istemezsiniz, istemediniz diye nefret ederler sizden; istersiniz, bir neden bulur gene nefret ederler. Tek neden bile yoktur ortada belki, gelgelelim erkekler yetinmez birer çocukturlar, elde ettikleri şey ne olursa olsun, kadın varını yoğunu ortaya koysun isterse, gene bildiklerini okurlar.
Bu sırada savaş patladı, Hilda ile Connie hemen eve döndüler. Annelerinin ölümü üzerine mayısta da gelmişlerdi o yıl. 1914 yılının Noel’inden önce ikisinin de Alman sevgilileri ölmüştü: çok ağladılar, deli gibi sevdiler ölen delikanlıları, ama. için için unuttular. Onlar yoktu artık.
İki kız kardeş de babalarının, –gerçekte annelerinin– Kensigton’daki evinde kalarak ‘özgürlüğü’ savunan, flanel pantolonlar, yakası açık flanel gömlekler giyen, görgülü türden bir duygusal kargaşalık içinde yaşayan, fısıltılı mırıltılı seslerle konuşan, davranışları aşırı duygulu Cambridge’li bir gençler topluluğuna katıldılar. Bununla birlikte Hilda, bu topluluğun yaşlıca üyelerinden, kendisinden on yaş büyük, oldukça paralı, fakat bir devlet işinde çalışan, aynı zamanda felsefe denemeleri de yazan bir adamla evleniverdi. Kocasıyla Westminster’da küçükçe bir evde yaşamaya başlayarak, hükümet çevresinden, en önemli kişiler olmamakla birlikte bütün ulusun gerçek düşünsel gücü sayılabilecek kimselerden kurulu seçkin bir topluluğa katıldı: konuştuğu şeyi bilen, ya da bilir gibi görünen kişilerin topluluğu.
Connie pek ağır olmayan bir iş bularak bir yandan da Cambridge’in her şeyle tatlı tatlı dalga geçen flanel pantolonlu uzlaşmaz gençleriyle düşüp kalkmaya devam etti. Bu toplulukta ‘arkadaşı’, Bonn’da kömür madeni işletme tekniğiyle ilgili bir öğrenim yaparken savaşın patlaması üzerine hemencecik yurda dönen, yirmi iki yaşlarında Clifford Chatterley adlı bir delikanlıydı. Daha önce iki yılını Cambridge’de geçirmişti. Şimdi göz kamaştırıcı bir alayda teğmendi, üniforması içinde, her şeyle alay etmek daha bir yakışıyordu şimdi ona.
Clifford Chatterley, Connie’ninkinden daha üstün bir tabakadan geliyordu. Connie varlıklı aydın tabakadandı, Clifford ise soylu tabakadan. Çok büyük türden bir soyluluk değildi bu belki, ama soyluluktu ne de olsa. Babası baronet, annesi de bir vikontun kızıydı.
Ama Clifford, Connie’den daha soylu ‘sosyete’si daha yüksek olmakla birlikte, bir bakıma daha taşralı, daha ürkekti. Soylu, toprak sahibi tabakanın, dar sınırlı ‘Büyük Dünya’sı içinde rahattı, ama orta tabakayla aşağı tabakanın geniş kitlelerini, yabancıları kapsayan öteki büyük dünyada sıkılıyor, utangaçlıktan kurtulamıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, orta tabakayla aşağı tabaka insanlarından, kendi tabakasından olmayan yabancılardan biraz korku duyuyordu. Bütün savunma olanaklarına sahip olmakla birlikte, savunmasızlığını, elinin kolunun bağlılığını, inmeye uğramışçasına sezmekteydi. Garip bir şeydi bu, ama günümüzün özelliğiydi.
Dolayısıyla Constance Reid gibi bir kızın sağladığı tatlı güvenlik duygusu, onu büyülemişti. Kendisinin bunca yadırgadığı o yabancı dünyanın karmaşası içinde Constance çok daha büyük bir rahatlıkla davranıyordu.
Bununla birlikte Clifford da başkaldıran bir adamdı: kendi tabakasına bile başkaldırıyordu. Başkaldırmak sözcüğü aşırı kaçtı belki; pek aşırı. Ancak, geleneklere, gerçek yetkinin her türüne kafa tutan gençlerin yaygın tutumuna kaptırmıştı kendini. Babalar gülünçtü: hele kendi dik başlı babası iyiden iyiye gülünçtü. Hükümetler de gülünçtü: özellikle bizim kapkaççı hükümetimiz. Ordular da gülünçtü, moruk generallerin topu gülünçtü, hele o pancar suratlı Kitchener. Birçok insanın ölümüne yol açmakla birlikte savaş bile gülünçtü.
Gerçekte her şey biraz ya da çok gülünçtü: hiç kuşkusuz, orduda olsun, hükümette olsun, üniversitelerde olsun, yetkiyle ilgili her şey gülünçtü. Yönetmeye yeltendiği an, yönetici sınıf da gülünçtü. Clifford’ın babası Sör Geoffrey, ağaçlarını kökünden kestirmekle, işlettiği maden ocaklarındaki işçileri yerlerinden yurtlarından söküp savaşın içine atmakla; bunca güvenlik içinde, bunca yurtsever olmakla; yurdu için elinde bulunandan daha fazla para harcamakla büsbütün gülünçtü.
Emma, Miss Chatterley, hastabakıcılık yapmak üzere orta İngiltere’den Londra’ya geldiğinde Sör Geoffrey’i de, koyu yurtseverliğini soğukkanlılıkla alaya alarak gülünç duruma soktu. Ağabeysi Herbert, siperlerde kullanılmak üzere devrilen ağaçlar kendi ağaçları olmakla birlikte gülmekten katılıyordu. Clifford ise canı sıkılarak gülümsüyordu. Evet her şey gülünçtü, bir gerçekti bu. Ama insan elinde olmadan bu gülünçlüğün içinde buluverirse kendini… Hiç olmazsa, Connie gibi başka bir tabakanın insanları belli bir konuda ciddiydiler. Bir şeye inanıyorlardı.
Tommy’leri, zorunlu askerlik tehlikesini, çocuklar için şeker, şekerleme sıkıntısını ciddiye alıyorlardı. Tabii bütün bunlarda, yetkililer gülünç derecede suçluydu. Ama Clifford pek aldırmıyordu buna. Onca yetkililer, Tommy ya da şekerleme sorunu olmadan da gülünçtü.
Yetkililer de gülünç durumda olduklarını seziyor, gülünç bir yolda davranıyorlardı, bir süre için her şey bir zırdelinin çay partisini andırdı. İşler iyice sarpa sarıp Lloyd George’un yöneticiler dışındaki insanları kurtarmak üzere iş başına geçişine değin sürdü bu durum. Bu ise gülüncün de ötesindeydi, yerli yersiz gülüp duran gençler artık susmuşlardı.
Herbert 1916’da öldü. Clifford soyluluk sanının kalıtçısı olmuştu. Bu bile altüst etmişti onu. Ama Sör Geoffrey’in oğlu, Wragby’nin çocuğu olmanın önemi, içinde öyle köklüydü ki kaçmayı kendine yediremiyordu. Bunun da, karınca yuvası gibi kaynayan koca dünya gözünde gülünç bir şey olduğunu biliyordu. Şimdi Wragby’ııin kalıtçısı, sorumlusuydu. Korkunç değil miydi bu? Aynı zamanda çok güzel, belki de bütünüyle saçma bir şey değil miydi?
Sör Geoffrey bir saçmalık görmüyordu bunda. Solgun, ince, kendi kabuğuna çekilmiş, ülkesini, kendi durumunu kurtarmayı iyice kafasına koymuş bir adamdı, ister Lloyd George olsundu kurtaracak, ister bir başkası. Her şeyden öylesine kopmuş, gerçek İngiltere’den öylesine uzak, öylesine yeteneksizdi ki, Horatio Bottemley’in bile iyi bir adam olduğunu düşünüyordu. Sör Geoffrey İngiltere’den, Lloyd George’dan yanaydı, tıpkı atalarının İngiltere’den, St. George’dan yana oluşu gibi. Bu ikisi arasında bir ayrım bulunduğunu hiçbir zaman düşünmüyordu. Böylece Sör Geoffrey ağaçlarını devirerek, Lloyd George’la İngiltere’yi, İngiltere’yle Lloyd George’u destekledi.
Clifford’un da evlenmesini, kendisine bir kalıtçı bırakmasını istiyordu. Clifford ise babasını yanlış çağda yaşayan bir adam olarak görüyordu. Ama, her şeyin, gülünçlüğünü, kendi durumunun olağanüstü gülünçlüğünü acı acı duymaktan başka, kendisinin babasından artakalan bir yanı var mıydı ki? Çünkü baronluğu, Wragby’yi ister istemez büyük bir ciddiyetle benimsemişti.
O tatlı coşkunluk savaşla silinip gitmişti… ölmüştü. Birçok ölü vardı, korkunçtu her şey. Bir destek, biraz rahatlık gerekliydi insana. Güven verici bir dünyaya demir atmak gerekliydi. Bir erkeğe bir kadın gerekliydi.
Chatterleyler iki erkek bir kız kardeş, bütün ilişkileriyle birlikte, Wragby’de garip, herkesten uzak bir biçimde yaşayabilmişlerdi. Sahip oldukları soyluluk sanıyla, geniş topraklarla birlikte, ya da bu sandan, bu topraklardan ötürü, bir herkesten ayrı olma duygusu, içinde bulundukları durumun güçlüğü duygusu, savunmasızlık duygusu, aile bağlarını pekiştirmişti. Orta İngiltere’nin, içinde yaşayageldikleri endüstri yaşamından kopmuşlardı. Gülünç bulmakla birlikte, karşısında duygulandıkları babalarının, Sör Geoffrey’in, derin düşünceli, dik başlı, kapanık yaradılışından dolayı kendi sınıflarından da kopmuşlardı.
Üç kardeş her zaman bir arada yaşamaya karar vermişlerdi. Ama şimdi Herbert ölmüştü, Sör Geoffrey de Clifford’un evlenmesi konusunda direniyordu. Bu konuyu ağzına bile almıyordu gerçi; çok az konuşuyordu. Ama bunun böyle olması için gösterdiği sessiz, derin düşünceli direniş, Clifford’un kolay kolay katlanabileceği bir şey değildi.
Ama Emma ‘Hayır!’ dedi. Clifford’dan on yaş daha büyüktü; Clifford’un evlenmesinin, üç kardeşin birbirlerine vermiş oldukları sözden bir dönüş olacağını düşünüyordu.
Bununla birlikte Clifford, Connie ile evlendi, onunla bir balayı geçirdi. O korkunç 1917 yılında evlenmişlerdi, batan bir gemide birbirlerine dayanarak duran iki kişi gibi yakındılar duyguca. Clifford daha önce hiçbir kadınla yatmamıştı, işin cinsel yönü pek önemli değildi onca. Tek gördüğü, ikisinin birbirlerine bunca yakın oluşlarıydı. Connie, cinsel birleşmenin, bir erkeğin ‘doygunluğunun’ ötesinde olan bu yakınlıktan dolayı sevinç duyuyordu biraz. Clifford ise erkeklerin çoğundan ayrı olarak, ‘doygunluğuna’ kulak asmıyordu pek. Hayır, bu yakınlık daha derin, daha kişisel bir şeydi. İşin cinsel yönü bir ayrıntıydı ancak, ya da bir ekti; kendi dolambaçlılığı içinde sürüp giden garip, modası geçmiş organik süreçlerden biriydi, gerçekte hiç de gerekli değildi. Ama Connie, salt görümcesi Emma’ya karşı durumunu pekiştirmek için de olsa bir çocuk istiyordu.
Ne yazık ki 1918 yılı başlarında Clifford yurda paramparça bir durumda döndü, çocuğu da yoktu. Sör Geoffrey tasasından öldü.

2

Connie ile Clifford 1920 yılının güzünde evleri Wragby’ye geldiler. Kardeşinin, verdiği sözden dönmüş olmasına içerleyen Miss Chatterley evden ayrılmış, Londra’da tuttuğu küçük bir katta yaşamaya başlamıştı.
Wragby, on sekizinci yüzyılın ortalarında yapılmaya başlamış, hiçbir özelliği bulunmayan çevresi içinde kocaman, gösterişli bir yurtluk oluncaya değin eklerle büyütülmüş, kahverengi taştan, uzun, basık bir evdi. Yaşlı meşe ağaçlarıyla dolu oldukça güzel bir parkın ortasında, bir tepedeydi, ne yazık ki hemen yakınında Tevershall kömür ocağının buğulu duman bulutlarıyla tütüp duran bacası, tepenin nemli, puslu eteklerinde de parkın hemen hemen kapısından başlayarak, bütünüyle umarsız bir çirkinlik içinde bir mil boyu uzanan kaba, darmadağın Tevershall köyü görünüyordu: evler, insana direngen, bomboş bir gönül darlığı veren, yere kapaklanmış kara taştahta çatılarıyla, keskin köşeleriyle, dizi dizi, tiksinç, küçük, kirli tuğla evler.
Connie, Kensington’a, İskoçya dağlarına ya da Sussex ovalarına alışmıştı: onun bildiği İngiltere buydu. Wragby’nin oldukça iç sıkıcı odalarından, kömür ocağındaki eleklerin takırtısını, makinelerin homurtusunu, küçük vagonların tıkır mıkır gidişini, kömür ocağı lokomotiflerinin çatlak sesli düdüklerini işitiyordu. Tevershall kömür ocakları tütmekteydi, yıllardan beri tütegelmişti, söndürülmeleri yüzbinlere malolurdu. Tütecekti öyleyse. Rüzgâr o yandan estiği zamanlar, bütün ev, yeraltı pisliğinin o kükürtlü yanışından yayılan pis kokuyla dolardı. Çoğunlukla da o yandan eserdi rüzgâr. Ama rüzgârsız günlerde bile havada bir yeraltı kokusu olurdu hep: kükürt, demir, kömür, ya da asit. Noel gülleri üstünde bile, durmadan kurum birikirdi, inanılmaz bir şeydi bu, kıyamet göklerinden inen kara man-ekmeği gibi tıpkı.
Elden ne gelirdi: her şey gibi bu da alnının yazısıydı! Oldukça korkunçtu durum, ama çabalamak boşunaydı. Tekmeyi basıp kurtulamazdı insan. Sürüp gidiyordu işte yaşam, bütün öteki şeyler gibi! Geceleri, basık kara bulutlu bir gök üzerinde kızıl lekeler yanar, titreşir, beneklenir, şişer, büzülürdü. Acı veren yanıklar gibi tıpkı. Yüksek fırınlardan çıkıyordu bu. Önceleri Connie bir çeşit korkuyla büyülendi; yeraltında yaşıyordu sanki. Sonra yavaş yavaş alıştı. Sabahları da yağmur yağardı.
Clifford sözde Wragby’yi Londra’dan daha çok seviyordu. Burasının kendine özgü boyun eğmez bir istemi vardı, insanları da yürekliydi. Connie hep düşünüyordu: daha başka bir özellikleri var mıydı ki bu insanların: hiç kuşkusuz ne gözleri vardı, ne de kafaları. İnsanlar da doğal çevre gibi bitkin, biçimsiz, bıkkın, arkadaşlıktan uzaktı. Yalnız, o çevrenin yerli ağzıyla yayvan yayvan konuşmalarında, küme küme evlerine giderken kabaralı işçi potinlerinin asfalt yolda çıkardığı takır tukur seste, garip, korkunç biraz da gizemli bir şey vardı.
Genç efendiye hiç kimse hoş geldin dememişti, hiçbir şenlik yapılmamış, tek bir çiçek bile gönderilmemişti. Ancak karanlık ıslak bir yolda, üzgün ağaçlar arasından, parkın, ıslak boz koyunların yayıldığı yamacına, üstünde koyu kahverengi yüzlü evin bulunduğu kumlu tepeciğe doğru bir otomobil yolculuğu; evin işlerine bakan kadınla kocası, yeryüzünde ne yapacağını şaşırmış iki kiracı gibi, kekeleyerek hoş geldin demeye hazır, oradan oraya koşuyorlardı.
Wragby Konağı ve Tevershall köyü arasında hiçbir alışveriş yoktu, ama hiç. Hiçbir şapka çıkarılmıyor, hiç kimse diz kırarak selâm vermiyordu. Madenciler ancak durup bakıyorlardı; esnaftan kimseler bir tanışlık belirtisi olarak Connie’ye şapkalarını çıkarıyorlar, Clifford’u ise canları sıkılarak başlarıyla selâmlıyorlardı; hepsi bununla bitiyordu. Aşılmaz bir uçurum, her iki yanda da sessiz bir içerleyiş. Connie önceleri köyün gösterdiği bu soğukluktan bir hayli sıkıldı. Sonra yavaş yavaş kendini alıştırdı, kendisine güç kazandıran, aradığı bir şey oldu bu. Bu durum Clifford ile kendisinin sevilmeyişinden değil, madencilerinkinden bambaşka bir soydan gelişlerinden doğuyordu. Aşılmaz uçurumun, sözlere sığmaz başkalığın böylesine, Trent ırmağının güneyinde rastlanmaz belki de. Ama Orta İngiltere’de, endüstri bölgesi olan kuzeyde, iki yanı arasında hiçbir alışverişin bulunmadığı bu uçurum aşılmaz. Sen kendi yanına çekersin, ben kendi yanıma! İnsanlığın ortak vuran nabzının garip bir hiçe sayılışı.
Düşüncede köylüler Clifford ile Connie’ye bir yakınlık duymuyor değildiler. Ama gövdece yakınlığa gelince iş değişiyordu. Her iki yanın tepkisi de –Beni yalnız bırak!– oluyordu.
Köyün papazı altmış yaşlarında, görevine çok düşkün, köylülerin –Beni yalnız bırak!– tutumuyla kişiliği hemen hemen hiçe indirgenmiş bir adamdı. Aşağı yukarı bütün madencilerin karıları Metodistti. Madenciler ise hiçbir şey değildi. Ama papazın giydiği bunca resmî bir elbise bile, onun da ötekiler gibi bir insan olduğu gerçeğini siliyordu. Hayır, o Papaz Ashby’di ancak, otomatik bir çeşit vaaz, dua makinası.
Bu direngen, içgüdüsel –Leydi Chatterley’sen ne olmuş, bizden fazla neyin var!– türünden davranış, ilkin Connie’yi çok şaşırtarak altüst etti. Madencilerin karılarının, kendilerine yaklaştığı zaman takındıkları garip, kuşkulu, yapmacık dostluk; kadınların yaltaklanan seslerinde her zaman sezdiği –Aman aman! Önemli biri oldum ben şimdi, Leydi Chatterley benimle konuşuyor! Ama sanmasın ki benim ondan eksik kalan bir yanım var!– anlamındaki kırıcı ton, katlanılır gibi değildi. Kurtuluş yoktu bundan. Onulmaz, gücendirici bir uzlaşmazlık.
Clifford kendi hallerine bırakıyordu köylüleri, Connie de öğrendi aynı şeyi: yanlarından geçerken dönüp yüzlerine bile bakmıyor, onlar da kendisini yürüyen bir mum bebek gibi görünüyorlardı. Köylülerle bir işi olduğu zaman Clifford, kibirle, öfkeyle davranıyordu; arkadaşça davranılabilecek gibi değildi artık. Gerçekte kendi sınıfından olmayan herkese tepeden bakar, öfke duyardı. Köylülerden uzak duruyor, uzlaşmaya hiç yaklaşmıyordu. Böylece ne seviliyor, ne de nefret ediliyordu: herhangi bir nesne gibiydi ancak, maden ocağı ya da Wragby gibi bir şey.
Ama Clifford şimdi sakat olduğu için gerçekten çok utangaç, çok çekingendi. Kendi hizmetçilerinden başka bir kimseyi görmekten nefret ediyordu. Tekerlekli bir sandalyede ya da hasta arabasında oturmak zorundaydı çünkü. Bununla birlikte giyimine gene eski titizliği gösteriyor, gene pahalı terzilerinden giyiniyor, Bond Street’den alınma boyunbağlarını takıyordu; gene eskisi gibi tepeden tırnağa göz kamaştırıcı, etkileyiciydi. Hiçbir zaman modern kadınsı erkeklere benzememişti: kırmızı yüzü, geniş omuzlarıyla çoban görünüşlüydü biraz. Ama çok kısık, çekimser sesi, hem atılgan hem de korkulu, hem güven dolu hem de kuşkulu olan gözleri, yaradılışını iyice belli ediyordu. Davranışı çoğunlukla incitircesine gururlu, sonra birden kendini hiçe sayarcasına alçakgönüllü, hemen hemen ürkekti.
Connie ile aralarındaki bağ, modern biçimde, karşıdan karşıya bir bağdı. Sakatlanmasının büyük sarsıntısıyla, rahat, kaygusuz bir insan olamayacak ölçüde incinmişti. Kırgın bir yaratıktı. Bu durumuyla, Connie ona tutkuyla sarılmıştı.
Ama onun insanlarla çok az bağ kurduğunu düşünmekten de kendini alamıyordu. Madenciler bir bakıma kendi adamlarıydı; ama Clifford onları adamdan daha çok birer nesne, yaşamın olmaktan daha çok maden ocağının birer parçası, kendi gibi birer insan olmaktan daha çok, kaba, ham yaratıklar olarak görüyordu. Bir bakıma korkuyordu onlardan, kendisini bu sakat durumda görmelerine katlanamıyordu. Garip, kaba saba yaşamlarını da kirpilerinki ölçüsünde yadırgıyordu.
Uzaktan ilgilenirdi onlarla; ama mikroskopla, teleskopla bakan biri gibi. Yüz yüze gelmezdi hiç. Gelenekten dolayı Wragby ile, aileyi korumak sorumluluğundan dolayı da Emma ile olan bağı dışında hiç kimseyle gerçek bir bağı yoktu. Gerçekte bunlar dışında hiçbir şey duygulandırmıyordu onu. Connie kendisinin de ona gerçekten ulaşamadığını, dokunamadığını sezmekteydi; belki de dokunulacak, ulaşılacak hiçbir şeyi yoktu eninde sonunda; tek istediği, insanlarla bütün bağlarını kesmekti belki.
Bununla birlikte kocası ona bütünüyle bağlıydı, her an yanında olsun istiyordu. Kocamandı, güçlüydü ama elinden hiçbir iş gelmiyordu. Tekerlekli sandalyesiyle kendi kendini istediği yere taşıyabiliyor, küçük bir motoru bulunan hasta-arabasını yavaş yavaş sürerek bahçenin dört bir yanında dolaşabiliyordu, ama tek başına kalınca, yitmiş bir nesne gibiydi. Var olduğuna güvenebilmek için, Connie’nin yanı başında bulunmasını istiyordu.
Gene de tutkusu büyüktü. Öyküler yazmaya başlamıştı; tanıdığı insanlarla ilgili çok kişisel, garip öyküler. Ustaca, biraz kinci, bununla birlikte garipçesine anlamsız öyküler. Gözlemleri olağanüstü, kendine özgüydü. Ama dokunuştan, gerçek ilişkiden yoksundu bunlar. Bütün anlattıkları koca bir boşlukta geçiyordu sanki. Bugünün yaşama alanı çoğunlukla yapay ışıklarla donatılmış bir sahne olduğu için, bu öyküler gerçek yaşamı, başka deyimle çağdaş ruhbilimi garip bir biçimde yansıtmaktaydı.
Clifford bu öyküler konusunda hastalık ölçüsünde duyguluydu. Onları herkesin beğenmesini, eşsiz bulmasını istiyordu, öyküleri en modern dergilerde yayımlanıyor, alışıldığı üzere hem övülüyor, hem de yeriliyordu. Ama Clifford için bir işkenceydi bu yergiler, birer bıçaktı sanki, kendisine saplanan. Sanki bütün varlığı bu öykülerdeydi.
Connie ona elinden geldiğince yardım ediyordu. Önceleri çok heyecanlanmıştı bundan. Kocası onunla her şeyi tekdüze bir sesle, üsteleyerek, her noktanın üstünde durarak konuşuyor, bütün gücüyle karşılık vermesini bekliyordu. Sanki bütün ruhu, gövdesi, cinsel duyguları ayaklanıp kocasının bu öykülerine akmak zorundaydı. Bu, Connie’yi heyecanlandırıyor, iyice sarıyordu.
Cinsel yaşamları pek silikti. Connie’nin ev işlerini yönetmesi gerekiyordu. Ama Sör Geoffrey’e yıllarca hizmet etmiş olan, yemeklerde masanın yanı başında dinelen, kurumuş, yaşlanmış, son derece dürüst dişi yaratık… sofracı kız denemezdi artık ona, kadın bile denemezdi… tam kırk yıldır bu evdeydi. Hizmetçi kızlar bile genç değildi artık. Korkunç bir şeydi bu. Böyle bir yerde ne yapabilirdi insan? Başını alıp gidebilirdi ancak! Hiç kimsenin kullanmadığı bu sonsuz odalar, bütün Orta İngiltere alışkanlıkları, tekdüzeli temizlik, tekdüzeli düzenlilik! Clifford yeni bir aşçı diye diretmeye başladı, Londra’daki evinde kendisine hizmet etmiş, bu işten anlayan bir kadın. Evdeki öbür insanlar için her şey mekanik bir karmaşa içinde yürümekteydi. Her şey tam bir düzen içinde sürüp gidiyordu, titizce bir temizlik, dakikası dakikasına ilerleyen işler; üstelik de titizce bir dürüstlük. Ama Connie için bu, yöntemli bir karmaşaydı. Bütün bunları birleştirecek bir duygu yakınlığı yoktu. Bu ev, kullanılmayan bir sokak gibi gönlünü karartıyordu insanın.
İşleri oluruna bırakmaktan başka ne yapabilirdi ki?.. Böyle yaptı. Ara sıra, ince, soylu tabaka yüzüyle Miss Chatterley geliyor, evde hiçbir şeyin değişmemiş olmasından kıvanç duyuyordu. Kardeşini kendisinden ayırdığı için Connie’yi hiçbir zaman bağışlamayacaktı. Clifford’u bu öyküleri, kitapları yazmaya zorlayan da oydu. Emma’ydı. Chatterley öyküleri, dünyada yeni bir şey, Chatterlerylerin ortaya koyduğu bir şey. Başka bir amaç yoktu. Daha önce gelip geçmiş insan düşüncesiyle, anlatımıyla gözetilen canlı bir bağ yoktu. Dünyada yepyeni bir şey ortaya koymak: bütünüyle kişisel, Chatterley kitapları.
Connie’nin babası çok kısa bir süre için Wragby’ye konuk geldiğinde, bir ara baş başa kaldıkları zaman kızına: “Clifford’un yazdıklarına gelince, güzel ama bomboş şeyler, hiçbir şey yok içlerinde. Bu iş pek süreceğe benzemiyor!..” demişti. Connie, bütün yaşaması boyunca başarılı olmuş bu iriyarı İskoç şövalyesine baktı, gözleri, kocaman, şimdi gene şaşkın bakan, mavi gözleri anlamsızlaştı. Hiçbir, şey yok içlerinde! Ne demek istiyordu bu hiçbir şeyle? Eleştirmenler Clifford’un yazdıklarını övüyorlardı, ünlü bir ad olmuştu hemen hemen, yazılarından para bile kazanıyordu… öyleyse babası, Clifford’un yazdıklarında hiçbir şey olmadığını söylemekle ne demek istiyordu. Başka ne olabilirdi ki?
Çünkü Connie gençlerin ölçülerini benimsemişti: Şu anda olan şey, her şey demekti. Anlar ise birbirine bağlı olmaksızın artarda geçiyordu.
Wragby’de geçirdiği ikinci kıştı, babası, Connie’ye: “Umarım ki Connie, içinde bulunduğun durumun seni bir yarı-bakire olarak kalmaya zorlamasına göz yummayacaksın.”
“Yarı-bakire mi!” diye belli belirsiz karşılık verdi Connie. “Neden? Neden olmasın?”
“Bundan hoşlanıyorsan o başka tabii,” dedi babası hemen, baş başa kaldıklarında aynı şeyi Clifford’a da söyledi: “Korkarım ki yarı-bakire kalmak Connie’ye yaramayacak.”
“Yarı-bakire mi?” diye sordu Clifford birden.
Bir an düşündü, sonra kıpkırmızı kesildi. Öfkelenmiş alınmıştı.
“Ne bakımdan yaramıyor?” diye sordu dikleşerek.
“Zayıflıyor… kemikleri sayılacak nerdeyse. Ona göre bir durum değil bu. Kuru, çiroz türünden bir kız değildir o, şen bir İskoç alabalığıdır.”
“Bir yere bağlanmazdan önce tabiî.”
Sonradan bu yarı-bakirelik konusu üstüne Connie’ye bir şeyler söylemek istedi. Ama bir türlü yapamadı bunu. Connie ile hem fazla içli dışlı, hem de yeterince içli dışlı değildi! Kafaca birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydılar, ama gövdece yoktular birbirleri için, dolayısıyla gövde konusuna dokunmayı ikisi de göze alamıyordu. Birbirlerine çok içten bağlı, öte yandan da bütünüyle uzaktılar.
Bununla birlikte Connie babasının bir şeyler söylemiş olduğunu, Clifford’un kafasına bir şeyin takıldığını sezmekte gecikmedi. Kendisinin yarı-bakire ya da yarı-kararsız oluşunun Clifford’un umurunda bile olmadığını biliyordu. Durumu iyice kavramadığı, aydınlatılmadığı sürece de böyle gidecekti bu. Gözün görmediği, kafanın kavramadığı şey, var olamaz.
Connie ile Clifford iki yıldır Wragby’deydiler şimdi, Clifford’la işinden başka hiçbir şey düşünmeden yaşamışlardı bu iki yıl. Clifford’un işine yönelen ilgileri hiçbir zaman aksamamıştı. Bir şeyler kurmanın sancısı içinde konuşuyor, tartışıyorlar, bir şeylerin ortaya çıktığını, gerçekten de boşlukta bir şeyin ortaya çıktığını sanıyorlardı.
Ancak tek anlamda yaşıyorlardı: boşlukta. Bunun dışında her anlamda yoktular. Wragby vardı, hizmetçiler vardı… ama birer hayalet gibi; gerçekte yoktular. Connie bahçede, bahçeyi çevreleyen korularda yürüyüşlere çıkıyor, ayağıyla güzün sarı yapraklarını iterek, baharda çuhaçiçekleri toplayarak, çevredeki ıssızlığın, esrarın tadını çıkarıyordu. Ama her şey bir düş gibiydi; ya da gerçeğin bir gölgesiydi. Meşe yaprakları, bir aynadan görülen, uçuşan meşe yapraklarıydı sanki; kendisi de masallarda okunan bir kimseydi; anıların gölgesinden, sözcüklerden başka bir şey olmayan çuhaçiçeklerini topluyordu. Maddeden uzaktı sanki, çevresinde hiçbir şey madde değildi… ne bir değiş, ne de dokunuş! Yalnız Clifford’la birlikte geçen yaşam, masal ağlarının bu bitmez tükenmez dokunuşu, bilincin ufak tefek kırıntıları, Sör Malcolm’un içlerinde hiç bir şey olmadığını, çok sürmeyeceklerini söylediği öyküler. Ne diye bir şey olacaktı içlerinde, ne diye süreceklerdi? Bugün için, bugünün kötülükleri yeter. Bu an için de gerçeğin görüntüsü yeter.
Clifford’un bir hayli arkadaşı, daha doğrusu tanıdığı vardı, onların hepsini Wragby’ye çağırırdı. Her türlü insan gelirdi, eleştirmenler, yazarlar, kitaplarını övecek kimseler. Bu konuklar Wragby’ye çağrılmış olmaktan büyük bir pay çıkarırlardı kendilerine, Clifford’u övdükçe överlerdi. Connie bütün bunları çok iyi anlıyordu. Neden olmasın, diyordu içinden. Bu da aynada yüzen yalancı görüntülerden biriydi. Nesi vardı yadırganacak?
Connie, çoğu erkek olan bu konukları evin hanımı olarak ağırlıyordu. Ara sıra Clifford’un soylu tabakadan konuklarını da ağırlıyordu. Tombul, al yanaklı, köylü görünüşlü bir kız olduğundan, çilleri, mavi gözleri, dalgalı kumral saçı, tatlı sesi, oldukça güçlü dişi kalçalarıyla, biraz eski moda, biraz ‘kadınca’ sayılıyordu. Oğlan gibi tahta göğüslü, küçük kalçalı, ‘kuru, çiroz türünden bir balık’ değildi o. Modaya uyamayacak ölçüde dişiydi.
Erkekler, özellikle yaşı geçkin olanlar, Connie’ye gerçekten çok iyi davranırlardı. Ama, göstereceği en küçük bir yakınlık belirtisinin ise Clifford için ne büyük bir işkence olacağını bildiği için, hiçbirini yüreklendiremezdi. Davranışı sessiz, belirsizdi, hiçbiriyle bir ilişkisi olmamıştı, olmasını da istemiyordu, Clifford büyük bir gurur duyuyordu kendinden.
Clifford’un akrabaları Connie’ye çok iyi davranıyorlardı. Bu iyiliğin duydukları korkudan ileri geldiğini, bu insanların biraz olsun korkutulmadıkça, hiç kimseyi saymayacaklarını biliyordu. Gene de hiçbir alışverişi yoktu onlarla. Gönüllerinin istediğince iyi ya da kötü davranmalarına göz yumuyor, kendisine karşı silahlanmak zorunda olmadıklarını görsünler istiyordu. Onlarla arasında gerçek bir bağ yoktu.
Zaman geçip gidiyordu. Ne olursa olsun, hiçbir şey olmuyordu, çünkü öylesine dışındaydı her şeyin. Clifford’la birlikte, düşüncelerde, onun kitaplarında yaşıyorlardı. Konukları ağırlıyordu… evde insan eksik olmazdı. Zaman bir saat gibi ilerliyordu, yedi buçuk yerine sekiz buçuk.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Çağdaş İslam Bilimine Giriş

Editor

KİTAP OKUMANIN YARARLARI

Editor

Kitapaltı İle Okumanın Zevki

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası