Yarı karanlık, daracık odada, babam pencerenin önünde, yerde yatıyordu. Üzerinde olağanüstü uzun, beyaz bir örtü vardı. Çıplak ayaklarının parmakları tuhaf bir biçimde ortadaydı, göğsünün üzerinde sakin kavuşturulmuş ellerinin parmakları da büküktü; her zaman neşeli bakan gözlerinin üzerine birer siyah madenî para sıkıca yerleştirilmişti. Sevimli yüzü karanlıktı, tuhaf görünen dişleri korkutuyordu beni. Annem, üzerinde kırmızı bir eteklikle yarı çıplak, babamın yanına diz çökmüş, benim testere gibi kullanarak karpuz kabuklarını kesmeyi pek sevdiğim siyah tarakla onun alnına dökülmüş, uzun, yumuşak saçlarını ensesine doğru tarıyordu.
Boğuk, hırıltılı bir sesle sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. Gri gözleri şişti, eriyorlarmış gibi, iri gözyaşı damlaları dökülüyordu onlardan. Şişman, başı kocaman, gözleri iri, burnu komik ve pörsük büyükannem elimden tutuyordu. Simsiyah, yumuşak, inanılmaz derecede ilginç bir kadındı büyükannem. Tıpkı annem gibi o da ağlıyordu.
Titriyor, beni babamın yanına götürmeye çalışarak elimden çekeliyordu. Ben geri çekiyordum kendimi, onun arkasına saklanmaya çalışıyordum. Korkuyordum, tuhaf hissediyordum kendimi. Büyüklerin ağladığını daha önce hiç görmemiştim. Sürekli konuşan büyükannemin dediklerinden bir şey anlayamıyordum: “Hadi vedalaş babacığınla, bir daha görmeyeceksin onu, öldü o, yavrum, genç yaşta, hiç sırası değilken…”
Ben ağır hastaydım, yataktan yeni kalkmıştım. Çok iyi hatırlıyorum, ben hastayken babam sevgiyle ilgileniyordu benimle, ama sonra birden görünmez olmuştu, onun yerini tuhaf biri olan büyükannem almıştı. “Sen nereden yürüyüp geldin?” diye sormuştum ona. “Yukarıdan, Nijni’den,” demişti. “Hem yürüyerek değil, gemiyle geldim, suda yürünmez, biliyorsun!” Hem komik, hem anlaşılmaz bir durumdu bu: Evin üst katında sakalları boyalı İranlılar, bodrumda ise koyun postu satan sarı benizli, yaşlı bir Kalmuk kalıyordu.
Yukarıdan, merdivenin korkuluğuna ata biner gibi binip inebilir ya da düşer, paldır küldür yuvarlanabilirdin; bunu da iyi biliyordum. Suda gitmek de neyin nesiydi? İnanılacak gibi değil, üstelik komik. “Bilmeyecek ne var bunda?” Büyükannem, “Bilemiyorsun çünkü!” diye karşılık vermişti. Benimle sevecen, neşeli, ağırbaşlı konuşurdu.
İlk günden dost olmuştum onunla, şimdi de benimle birlikte hemen bu odadan çıkmasını istiyordum. Anneme üzülüyordum. Onun gözyaşları, çığlıkları içimi endişeli bir duyguyla doldurmuştu. Onu ilk kez böyle görüyordum. Her zaman sertti, az konuşurdu; gözümde bir at gibi tertemiz, düzgün, büyüktü. Sağlam bir bedeni, çok güçlü elleri vardı.
Ama şimdi hiç de hoş olmayan bir biçimde şiş, dağınıktı. Her zaman açık renk, büyükçe başlığının altında düzgünce toplu olan saçları şimdi çıplak omuzlarına dökülüyor, yüzüne düşüyor, örgülü yarısı da uyuyan babamın yüzüne değerek sallanıyordu. Uzun zamandır bu odada ayaktaydım, ama annem bir kez dönüp bakmamıştı bana, sürekli babamın saçlarını tarıyor, durmadan sesli sesli ağlıyor, gözyaşı döküyordu. Kapıdan esmer yüzlü köylüler ile bir nöbetçi er bakıyordu.
Öfkeyle bağırıyordu demiryolu eri: “Hadi, çabuk toplanın!” Pencere koyu renk bir şalla kapatılmıştı; şal yelken gibi dalgalanıyordu. Bir zamanlar babam yelkenli bir kayıkla gezdirmişti beni. Birden fırtına çıkmıştı. Gülmeye başlamıştı babam, beni dizlerinin arasına sıkıştırıp bağırmıştı: “Bir şey yok, korkma, Alekseyciğim!”
Annem birden yerden ayağa fırladı, sonra tekrar oturdu, saçları yere değecek biçimde arkaya attı kendini. Renksiz, soluk yüzü morardı, dişlerini babam gibi göstererek garip bir sesle şöyle dedi: “Kapıyı açın… Aleksey’i dışarı çıkarın!” Büyükannem beni itip kapıya koştu, bağırmaya başladı: “Canlarım benim, korkmayın, dokunmayın, Tanrı aşkına, çekilin! Kolera değil bu, lütfen, doğuruyor, canlarım!” Karanlık köşede sandığın arkasına sinmiştim, oradan annemin ahlayıp oflayarak dişlerini gıcırdatarak yerde kıvran ayakta duruyordu.
Mezar iyice dolmuş, toprak düzeyine gelmişti, ama o hâlâ ayakta duruyordu. Köylüler küreklerini pat pat toprağa vuruyorlardı. Rüzgâr çıkmış, yağmuru uzaklaştırmıştı. Büyükannem elimden tutup uzak, çevresinde siyahlaşmış birçok haçın olduğu bir kiliseye götürmüştü beni. Kilisenin avlu kapısından çıktığımızda büyükannem sormuştu bana: “Ne o, ağlamıyorsun? Ağlasan iyi edersin!” “Ağlamak istemiyorum,” demiştim.
Büyükannem sesini alçaltıp, “Neyse, içinden gelmiyorsa, ağlama,” demişti. Bütün bunlar çok ilginçti: Çok seyrek ağlardım, hem yalnızca gücendirildiğim zamanlar; acıdan hiç ağlamazdım. Döktüğüm gözyaşlarına babam her zaman gülerdi, annem ise şöyle aykırırdı: “Kes ağlamayı!” Daha sonra arabamız çok çamurlu, geniş bir sokaktan, koyu kırmızı evlerin arasından geçiyorken sormuştum büyükanneme: “Peki, kurbağalar nasıl çıkacaklar oradan?” “Çıkmayacaklar,” demişti büyükannem.
“Tanrı yardımcıları olsun!” Babam da, annem de, büyükannem de Tanrı’nın adını hiç bu kadar sık anmazlardı… Birkaç gün sonra ben, büyükannem, annem gemide, dar bir kamaradaydık. Yeni doğan kardeşim Maksim ölmüştü, köşede masanın üzerinde, kırmızı şeritli beyaz bir kundağa sarılı, yatıyordu. Denklerin, sandıkların üzerine yerleşmiş, at gözü gibi çıkık, yuvarlak pencereden dışarı bakıyordum. Islak camın dışında bulanık, köpüklü su durmadan geriye doğru akıp gidiyordu.
Kimi zaman yükselip camın üzerine geliyordu. Korkup kendimi aşağı atıyordum. “Korkma,” diyordu büyükannem. Yumuşak elleriyle tutup kaldırıyordu beni, tekrar denklerin üzerine koyuyordu. Suyun üzerinde gri, ıslak bir sis vardı. Uzaklarda bir yerde karanlık kara görünüyor, sonra sisin, suyun içinde kayboluyordu. Her şey sallantılıydı. Yalnızca annem, ellerini başının arkasına atmış, duvara yaslanmış, kıpırdamadan ayakta duruyordu.
Yüzü karanlık, demir gibi sert, karanlıktı. Gözleri sıkıca kapalıydı. Hep susuyordu, nedense başka, bambaşka biriydi, giysisi bile yabancıydı bana. Büyükannem alçak sesle birçok kez şöyle demişti ona: “Varvaracığım, bir şeyler yeseydin, azıcık da olsa, ne dersin?” Annem cevap vermiyor, kıpırdamadan, öylece duruyordu.
Büyükannem, benimle fısıldayarak annemle ise daha yüksek sesle, sakınarak ürkek ve az konuşuyordu. Annemden korkuyor gibi geliyordu bana. Anlıyordum da onu; bu büyükanneme yakınlaştırıyordu beni. Annem beklenmedik bir biçimde yüksek sesle, öfkeli, şöyle dedi: “İşte Saratov. Tayfa nerede?” İşte, gene tuhaf, yabancı sözcükler: Saratov, tayfa. Mavi giysili, iriyarı, kır saçlı biri elinde küçük bir kutuyla girdi kamaraya.
Büyükannem kutuyu aldı, kardeşimin cesedini içine yerleştirdi, kapıda bekleyen adamın uzattığı ellerine doğru yürüdü, ama şişman olduğu için, kamaranın dar kapısından ancak yan dönüp çıkabilirdi, bu yüzden komik bir biçimde duralamıştı kapının önünde. “Ah, anacığım,” diye haykırdı annem. Kardeşimin tabutunu aldı elinden ve ikisi birlikte çıkıp gittiler. Kamarada yalnız kalmıştım, mavi giysili adama bakıyordum. Adam bana doğru eğilip, “Ne o, kardeşin öte tarafa mı gitti?” diye sordu.