O yıllarda Ukrayna’da trenler hızlı değildi. Elli kilometrede bir duran makine en fazla bu kadar sürede gidebilirdi. “Olsun” dedi kendi kendine, “en azından gidiyoruz işte”. Natalia’nın Ukrayna topraklarında söylediği son sözüydü bu. Uyku onun, yılların verdiği kahredici yorgunluğunu, tam hissettiği bu anda şahdamarından yakaladı. On saate yakın uyuduğu bu zaman içerisinde yaratıcısı, muhteşem bir sanatla oluşturduğu psikolojik tedavisini uyguluyordu. Uyuduğu saatlerde bilinçaltını ve üstünü tümden temizleyecek, kötüye dair ne varsa silip atacaktı. Onun beyninde eksilmiş, hatta tümden yok olmuş adrenalin kanallarını yeniden inşa edecekti. Yaratıcısı sıkışan diğer kulları gibi Natalia’ya da en çok sıkıştığı anda yardım ederek, yepyeni bir hayat ve taze bir yaşama sevinci verecekti. Ve Tanrı, aslında var ettiği diğer canlılar gibi kusursuz yaratmış olduğu Natalia’nın, sonradan deforme olmuş anatomisini de yeniden düzenleyerek anlar sonra onu uyandırdı.
Her ikisi bir müddet nefes alamadı, boğulacak gibi oldular. Yasemin istasyondaki bank’ın birine kendini son anda atabildi. O an hıçkırıklarının fütursuzca çağlamasına onay verdi. İskender bu manzarayı henüz yeni uzaklaşan katil trenden ne yazık ki görmüştü fakat yapacak hiçbir şeyinin olmadığı kahrıyla da yutkundu. Metrelerce uzunluktaki vagonlar İskender’e dar geldi. Sığamadı ve ruhaniyeti oturduğu koltuktan dışarıya taştı. Çocukken ağladığını biliyordu İskender, o gün bugündür ağlamadığını da. Sanki şimdi yıllardır biriken bütün yaşlar sel olmuş, Almanya koltuklarının kadife kaplı minderine akıyordu. Vagondakiler, bu Türk’e benzeyen adama acıyarak baktılar ve içlerinin titrediğini İskender de duydu. Dilini, ırkını, ülkesini bilmediği bu adamla hiçbir ortak yanlara sahip değillerdi ve fakat buna gerek de yoktu. Göz pınarlarıyla herkes aynı ağlardı ve her damlanın tadı, tuzu içerden gelirken söküp getirdiği kasvet hep aynı dozda olurdu. Alman, Türk fark etmezdi çünkü özlem, ayrılık, sevda, aşk, sevgi evrensel bir dildi. Taş olsa dayanamazdı bu manzaraya ancak ağlayarak eşlik edilebilirdi. Koro halini aldı bu iç çekmeler ve giderlerken raylar bile ağladı.
Türkiye ve Almanya ülkeleri ne kadar uzak olursa olsun.
Sevgi denen olgu, her nerede karşılık buluyorsa o menzile en nihayetinde varacak, sonu hüzünle bitse bile bu Aşk yaşanacaktır…
BÖLÜM I
Ömür; Sevgi ile yaşayanlarla. Sevgisiz yaşayanların mücadele süresidir…
Yalancı mutluluğu damarlarına zerk ederken, aslında genç fakat görüntüde oldukça yaşlanmış kız’a acıyarak bakmıştı Yasemin.
Kâh çöp kovalarının arkasında, kâh metro ve otobüs duraklarının izbe tenhalarında yüzlerce Alman genci uyuşturucu ve alkol batağında ebelleşiyordu. Birkaç gram toz alabilmek için bedenini satan nice körpelere şahitti oralarda bulunmayan insanlık. Kadınlar, anatomisini üremek ve mutlu olmaktan daha çok görgüsüz, kaba abazanlara et yığını olarak sunuyordu. Genç erkekler “cinsliklerinin gereğini yapamaz olmaya paslanarak yüz tutmuştu. Lût kavmine rahmet okutacak bir yarış içindeydiler ve zaman zaman onları geçtikleri bile oluyordu. Sürekli çoğaldıkları için kimİlklerine “Gay” diye yazma haklarını elde edeli uzunca zaman olmuştu. Fizik kanunlarına aykırı da olsa, boşananlar evlenenlerden fazlaydı. Var olan çocukların ezici bir kısmı da bu yüzden gayrimeşru idi. Hem “Piç” hem de hangi ırktan olduğu belli olmadığından, uluslar arası özellikler ihtiva eden hibrit insanlar doluşmuştu ülkenin dört bir yanına. Yeni nesil adeta mutasyona uğramıştı. O, birinci ve ikinci dünya savaşlarının çıkmasına neden olacak kadar ciddi ve savaşçı olan millet gitmiş, yerine sinik, silik, sünepe ve vasıfsız yığınlar gelmişti. Hükümetler ne yaparsa yapsın, olumsuz gidişin önüne bir türlü geçilemiyordu. Yasemin, toplumu mahveden bu türden anlayış ve davranışların, tüm Avrupa’da aynı olduğunu biliyordu. Hollanda’nın eşcinsel evliliklerini, yasal tarafından uyuşturucu satılan marketler olduğunu duyuyordu.
“Daha düne kadar arî ırk peşinde olan Hitler, bu günleri gördükçe mezarında kim bilir ne taklalar atıyordur” diye düşündü Yasemin. “İyi ki Türk’üm” diye mutlu oldu. Şu an Almanya’da yaşayan halkların içinde Türk’ler, nispeten biraz daha düzgün yaşıyorlardı. Bunun nedeni, “insanların dinsizleştirilmesi olsa gerek” dedi kendi kendine. Âdemoğlunun maddi ve manevi refahı arttıkça, aynı oranda dinden uzaklaşması söz konusu oluyordu. Öyle Karl Marksın buyurduğu gibi, ’*din afyon’’ olamazdı. Ona uyan çoğu ulusların telef olduğuna, yine aynı insanlık çoğu kez şahit olmuştu. Üstelik bu manevi çöküntü ilk Önce, Marks hazretlerinin sapkın fikir tohumlarını körü körüne alıp, kendi insanının dimağına eken Rusya ve uydularında başlamıştı. Toplumlar endişe etmeyeceği olağanüstü bir güçten yoksun olunca, ahlaksızlık ardı sıra geliverirdi. Hangi din olursa olsun, olumsuz şeylerin hiç olmazsa, “şeytan” diye bir adı vardı ve kendilerince inandıkları Allah’a karşı sorumluluk duygulan taşırdı. Bu da onların, farkında olarak veya olmayarak güze! ahlaklı olmalarını sağlıyordu. Toplumlar ancak böyle bir ilahi nizamla, emirle ancak hizaya gelebiliyor ve gezegen yaşamaya katlanılabilir oluyordu. Bazen de sıkıntı, fakirlik ve hatta savaşlar bile insanların kendine gelmesini sağlayabiliyordu. İnsanlar böyle anlarda, daha çok kenetlenir ve daha çok paylaşırdı. Yasemindin akima dayanılmaz ağırlıkta fakirlikle ve yoklukla mücadele eden ülkeler geldi. Kuzey Kore, İran, Küba ve daha niceleri yoklukla mücadele ediyorlardı ama yinede dimdik duruyorlardı. Onları birbirine kenetleyen tek olgu, savaş dinamiğinin sürekli uyanık tutulması değil miydi? O ülkelerde emperyalizme karşı teyakkuz halinde duran, aç ama gururlu kitleler yaşamıyor muydu?
Çan sesi duydu birden. Aslında her zaman duyardı ve alışkındı bu sese ama bunlan düşünürken “farkında”lığı nüksetmişti. Sesin geldiği kuleye baktı. Keskin kenarlı, köşeli, üçgen, kare ne kadar matematiksel sivrilik varsa hepsi kilisenin üzerindeydi. “Onların aksine bizim ibadethanelerimiz daha oval ve yumuşak” dedi Yasemin. Pozitif enerjinin bu türden yapılara daha çok sirayet ettiğini okumuştu bir ara. Güvercinlerin gezindiği yeşil kubbesine baktı bir süre. “Camilerimizle kiliselerin tek ortak yanlan yeşil renk” olmalı diye düşündü. Onlar yeşil rengini daha çok kubbelerde kullanıyorlardı ama İslam mabetlerinde yeşilin ayrı bir önemi vardı. Yaşanılan mekânlarda hep yeşil renk kullanılırdı. Müslüman’ın bayrağı bile yeşildi.
Hıristiyanların çağrısı olan çan sesinin iticiliğini, kulak tırmalayıcılığmı ve hiçbir özelliğinin olmadığını düşündü bir an. Oysa ezan öyle miydi? Her vaktin ayn bir makamı vardı. Her okuyucu ayn bir müzik tonuyla icra ederdi ulvi sanatını. Müslüman olan hiç kimsenin ve hatta gayri Müslim’in bile bu evrensel besteye itirazı olamazdı. Bu güftenin özelliği hiç kuşkusuz “Huda” tarafından yazılmış olmasıydı. Yasemin iyi ki Müslüman’ım diye ikinci kez sevindi.
Bavyera eyaletinin her şehri gibi Kempten de dört mevsim soğuk olurdu. Kışları ise hiç çekilmezdi. Sürekli eksilerde seyreden soğuklara, sıkça yağan kar ve yağmur tuz biber ekerdi. Belki birkaç haftalığına ancak Temmuzda sıcak yapsa da, o da aman aman terletecek kadar olmazdı. Bu da en fazla gardıropta duran yazlık kıyafetlerin birkaç günlüğüne giyilmesine izin verecek kadardı. Bütün bunların nedeni hemen yakında bulunan, zirveleri her mevsim kar ile yüklü Alp dağlarıydı. Zaten soğuklar da hep o taraftan, yani güneyden gelirdi. Kuru ve sert rüzgârlar, en kalın elbiseleri bile sivri ve keskin hançer gibi delip geçebilecek kadar merhametsiz eserdi. İnsanlar şehrin sokaklarında fazla dolaşamazdı. İşini görenler ait olduğu mekânlara bir an önce kaçarlardı.
Genelde Almanya şehirlerinin tam tersine Kempten, sanayiden çok hayvancılık ve kış turizmi ile öne çıkıyordu. Bölgenin en büyük hayvan borsası buradaydı. Cins cins büyük ve küçükbaş canlı hayvanlar alıcılarını beklerdi. Dişi hayvanlardan daha iyi ve verimli sonuç elde etmek için bu borsada geliştirilmiş hayvan spermleri de satılırdı. DNA’ları ile oynanmış ve sözde ıslah edilmiş Angus, Holstein, Simenter ve daha nice ırk çeşitleri, hayvan rahimlerine enjekte edilmek üzere tüplere hapsedilmişti.
Alp dağlarının yakın olmasının getirdiği avantajla Kasım ayında başlayan kış turizmi, şehrin otellerinin hıncahınç dolmasını sağlardı. Kaliteli odalarda her türlü ihtiyaca cevap verilirdi. Dünyanın her yerinden Alp dağlan için gelen zenginler, böyle bir ağırlanmayı fazlasıyla hak ediyordu. Kartaca’lı ünlü komutan Hannibal, Romalılarla savaşmaya giderken önüne engel olarak çıkan Alp dağlannın çetin şartlan için, “ya yeni bir yol bulacağız, ya yeni bir yol açacağız” demesine bile neden olmuştu. Bu çaresizlik belirten sözünün üzerinden 2.260 yıl geçmişti. Çünkü artık dağların zirvelerine konuşlandırılmış teleferiklerle ulaşım eğlenceli bir hale gelmişti.
Almanya’nın çoğu şehirleri gibi burada da Nazi Almanya’sında soykırıma uğradığı kabul edilen Yahudilerin sembolik mezar taşlan vardı. Her taşın üzerinde büyükçe bir siyon yıldızı mutlaka olurdu. “Onları unutmayalım” yazısı, sanki zorla şehirlerin kalplerine çekiç murç marifetiyle kazınmış gibiydi. Bu taşlan Alman halkına okutarak, sürekli kontrol altında tutulmalarını ve terbiye edilmelerini sağlar bir çalışma olduğu besbelliydi. Yahudiler dünyada meydana gelen Ticaret. Siyaset ve Savaş türünde dış gelişmeler durumunda, her Almanya-İsrail karşı karşıya gelişinde bu terbiye edici telkinlerin meyvelerini toplarlardı. Aslında başanlı da oluyorlardı. Filistinlileri katleden ve çevre ülkelere sürekli saldıran İsraillilerin hamileri olan Amerika’dan önce. Alman hükümetleri onlan hep korumaya, kol kanat germeye çalışırdı. Bilinçaltı olarak Alman’lar neyin ne olduğunu iyi biliyorlardı fakat Hitler’den sonra yapılan propagandalar sayesinde iyice silik ve pısırıklılaştırılmış bir hale getirilmişlerdi. Ne var ki bu pasiflik sadece Yahudi olanlar için geçerliydi. Alman’ların diğer milletlere ve dinlere bu kadar müsamaha göstermeleri söz konusu bile değildi.
Almanlar ikinci dünya savaşından sonra ihtiyaç duyduğu iş gücü için, birçok ülkeden insan transfer etmişlerdi. Çoğunluğunu Türk’lerin oluşturduğu bu göç, ilerleyen yıllar içerisinde kontrol edilemedi. Öngörülenden daha fazla nüfus Almanya’ya yerleşmişti bile. Üç milyonu aşan Türk nüfusu sadece işçilik yapmıyordu. Kimileri fabrika sahibi dahi olup Alman ulusuna iş verebilecek hale gelmişti. Alman’lar yasalarla yapamadığı engellemeleri, gerek karanlık mahfillerin gizli çalışmalarıyla ve gerekse illegal örgütlerin Türk’lere karşı yaptığı saldınlarla koyabiliyordu. Bu türden dışlamaların sonuçlarını kısa bir zaman sonra almaya başlamışlardı. Saldırılar ve katliamlardan sonra Türk’ler daha çok göç ederek Türkiye’ye dönmüşlerdi. En azından Türkiye’den Almanya’ya gitmenin cazibesi kaybolmuştu.
Yasemin bu ülkede yaşayan milyonlarca Türk’ten birisiydi. Ailesi ile birlikte Kempten’de yaşıyordu. Natürlich-Apotheke adlı eczaneye 2004 yılında girmişti. Liseden sonra gittiği yüksek okulun eczacılık bölümünü de kendilerine yakın olan Isny şehrinde okumuştu. Her gün araba ile yarım saat kadar uzaklıkta bulunan okuluna gider ve gelirdi. Severek başladığı okulundan yine severek ve sevinerek diplomasını almıştı. Çünkü o diğer Türk’lerden farklı olmak istiyordu. İş sahibi Alman’ların ihtiyaç duyduğu kalifiyeli bir eleman olmak en büyük hayaliydi. Bu yüzden çocukluğunun ve gençliğinin günlerini doyasıya yaşayamamıştı. Dersleri hep ön plandaydı. Okulda başörtülü öğrencilerden birkaç kişi ancak vardı. Okurken derslerin ağırlığının yanı sıra, insanların önyargıyla yaklaşımlarını da bloke etmek zorundaydı. En azından tacizkâr bakışları umursamamak için bile olağanüstü gayret gösteriyordu. Derslerinin bundan etkilenmemesi için elinden geleni yapıyor, dualarında sürekli Allahtan yardım diliyordu. Onunki, debisi yüksek bir ırmağın akıntısına karşı yüzmeye çalışmaktı. Kulaç atmayı bıraksa, akıntının onu yaşlı Alman’ların kaldığı huzur evlerinde bakıcılık yapmak üzere sürükleyeceğini biliyordu. En iyi ihtimalle Alman’ların evlerini temizlemeye gidebilirdi. Bu nispeten iyi bir şeydi çünkü başında ona emir verecek kimse olmazdı. Türk kadınlara buna benzer işlerden başka bir görev verilmezdi. Erkeklerin işi daha da zordu. Tren istasyonlarında bakım, temizlik, çöp toplama, madenlerde ağır ve sağlıksız ortamlar, ağır sanayide ya çok sıcak ya da çok soğuğun olumsuz koşullarında üretimler, genellikle Türk erkekleri tarafından yapılırdı. Ya en az özelliklere de sahip olsa meslek edinecek ve üstünlük sağlayacak, ya da bir kurumda hizmetçilikle hiç gocunmadan gurbetçi adını üstlenerek hayatını sürdürecekti.
Birinciyi seçtiğine hiç kuşku yoktu. Olağanüstü gayretleri hep hayalini kurduğu ikbal içindi. Akıntı çok güçlü olduğu için arzu duyduğu şeylerden hep ödün vermek zorunda kaldı. Oyun, eğlence ve hatta Aşk bile onun için lüks sayılırdı. Akranları kâh partilerde, kâh şehir dışı hatta ülke dışı gezilerde olurdu. Çünkü onlar okumaktan başka bir işle iştigal etmezlerdi. Bu yüzden de her türlü eğlenceye vakit bulabiliyorlardı. Yasemin derslerinden kalan vakitlerinde, evini derleyip toparlamasında annesine yardım ederdi. Dini sohbetlere katılarak orada yapılacak yardım, kutlama türü etkinliklerde organizatörlük yapardı. Yeğenleriyle yakından ilgilenir, onların eğlenirken öğrenmeleri için ayrı bir itinam gösterirdi. Arta kalan zamanlarda ise, eş dost ve akrabalarını mutlaka ziyarete gidip sıla-i rahimde bulunurdu. Bir önceki kuşak olan Baba ve Annesi burada yaşıyorlardı. Diğerlerinden tek farkı emekli oldukları için sık sık Türkiye’ye gidip gelmeleriydi. Memleketlerine gittiklerinde en az üç ay kalıyorlardı. Yasemin onlann olmadığı bu günlerde evlerinde genellikle yalnız oluyordu. Bu da onun daha çok ders çalışmasına ve daha çok kendini dinlemesine yol açıyordu. Yalnız kalmak iyi bir şeydi fakat aynı zamanda heves ettiği beklentiler nüksettiğinde ümitsizliğe düşmesine de yol açabiliyordu. Çok az zamanlarda evine ya yeğenlerini, ya yengelerinden birisini veya okuldan bir arkadaşım misafir ederdi. Ağabeyleri ve ablaları evlenmişti. Her birisi diğer tüm Türk’ler gibi vasat bir hayat sürüyordu. Babası Yasemin’in evlenmesini bekliyor, Türkiye’ye bir an önce dönebilmenin hayallerini kuruyordu. Türk bir aile de olsalar, Almanya şartlarında herkes kendi işine bakmak zorundaydı. Sistem böyle kurulmuştu. Belli bir yaştan sonra birey, yeni bir hayatı yaşamak için ayn eve ve bunu sürdürebilmek için de ayrı bir işe girmek zorundaydı. Üçüncü şahıs için harcanan her kuruşun Alman kültürüne göre gereği yoktu. Onlara göre bunun mantıklı bir izahı da yoktu. Bu felsefenin Türk’ler tarafından benimsenmesi de fazla uzun sürmemişti. Çaykara’dan Almanya’ya göç etmiş olan babası, geldiği topraklan hiçbir zaman unutmamıştı. Trabzon’da yaptığı apartmanıyla ilgilenmek ve bağ bahçe işleriyle uğraşmak istiyordu. Bu kadar yıldır çektiği çilelerin acısı, hoşlanacağı meşguliyetlerle ancak sona ereceğini düşünüyordu. Yasemin’in annesi sık sık hasta olurdu. Babasının despotik yapısı yıllar içerisinde annesini manevi olarak dayanıksız hale getirmişti. Babasını da anlamaya çalışıyordu. Çünkü Almanya’ya ilk geldiğinde şimdiler gibi bol tanıdık yoktu. Tek başınaydı ve yabancı dil bilmiyordu. Ulaşım ve iletişim, hiç de bu denli kolay değildi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen makûs talihlerini değiştirmeyi başarmış olan babasının, insani davranışlarında bu türden eksikliklerin olmasını doğal karşılamak istiyordu. Eğer babası fedakârlık yapmasaydı Karadeniz’de bulunan Çaykaranın Holaysa köyünde, dik ve bol yağmurlu ortamda çile çekiyor olacaktı. Bunu da anlamak istiyor ve fakat annesinin sıkça hastalanmasına da değer miydi diye de kendine sormadan edemiyordu. Ne var ki bu düşünceler onda, bazen babasından nefret etme halinin oluşmasını sağlardı. İçinden çıkamadığı bu kurgular karşısında sığınacak bir mekân bulmuştu kendine. Evlerine yakın, gittiğinde sadece kendi dünyasına ait olan Engelhaldepark onun ilk ve tek sığınağıydı. Her şeyi dışarıda bırakmak, olumsuz düşüncelerden kurtulmak için en iyi yer burasıydı. Halüsinasyonlara girip gelecekteki beklentilerini beslemek için buraya koşardı. Çocukluğundan bu yana bunu hep tekrarlardı. Evine sadece dört yüz metre uzaklıktaydı. Üstelik aynı yol üzerindeydi. Tek farkı, otuz metrelik köprüden park tarafına geçmekti. Ana yolu pek kullanmazdı. Gezi amacıyla yapılmış bisikletlilerin ve yayaların kullandığı yolu seçerdi. Atkestanesi ağaçlan iri ve her daim yeşil olurdu. Sonbahar’da dökülen yaprakların yerdeki görüntüsü de ayrı bir keyif veriyordu Yasemin’e. Eğer o anlarda dostlarından telefon gelmişse ve uzunca sohbet etmesi gerekiyorsa durur, bu ağaçların altındaki bankların birisine otururdu. Telefonla yaptığı sohbetlerden sonra kaldığı yerden yürümeye devam ederdi. Adımlarını her defasında tatlı bir telaşla atardı. Çünkü gideceği yer onu çağırırdı ve o yer sadece ona aitti. Yeryüzünde kendini dinleyebileceği en güzel yer burası olmalıydı. Kim bilir, belki de Allah kendisi için bu parkın yapılmasını istemişti. Bunun için Alman’ların kalbine böyle bir emri vahyetmişti. Böyle düşünüyor, düşündükçe tatlı bir tebessüm yüzünde belli belirsiz çizgiler meydana getiriyordu.
Kocaman park Kempten’in en güzel yerindeydi. Adını da Melek tepesi anlamına gelen Engelhaldepark koymuşlardı. Alt tarafından antik adı Illargus, yeni adıyla da iller nehri akıyordu. Bereketli sularıyla adeta mitolojik dönemlerden hatıralar taşıyordu. Devasa Tuna nehrinin sağ cenahını beslemek için yüzyıllardır bıkmadan ve usanmadan akıp duruyordu. Bir yanını çevre yolunun sardığı, diğer bir yanını da tren yolunun çevrelediği geniş bir alana kurulmuştu. Parkın içerisinde doğal güzellik adına yok yoktu. Sonradan yapma da olsa orta ölçekli suni bir gölü bile vardı. Almanya’nın her yerinde olduğu gibi buradaki gölde de kazlar, ördekler serenat yaparlardı. Bu sevimli hayvanların yiyecek sıkıntısı hiç olmazdı. Sanayi ülkesinde bu turizm şehrinin koşturmacısından kaçıp buraya gelen insanlar, onlara yeterince yiyecek ikram ediyorlardı. Yürüyüş yapak için beton ve asfalt döşeli küçük patika yolları vardı. Bir tarafı da meşe, gürgen, mavi ladin, servi ve çam ağaçlarıyla dolu ormanlık bir alanla kaplıydı. Yaz aylarının sembolü olan salkım söğüt parka ayrı bir hava veriyordu. Yasemin’in en sevdiği ağaç buydu. İslam literatür’üne göre söğüt kutsal bir ağaçtı. Çobanlar o ağaçtan yaprak çırpar, beslediği hayvanlara yiyecek…