Mihail Bulgakov – Usta ile Margarita
Kader, Mihail Afanasyeviç Bulgakov’la ilgili kâğıtlarımın, mektupların, yazıların, notlarımın kaybolmasını istedi. Oysa bunlardan bir kitap doğacaktı. Hastalığın ölüme mahkûm ettiği Bulgakov’un hayatının son günlerinde topladığım biyografik bilgilerin yardımıyla, bu romana, yayımlanırken bir önsöz yazacaktım. Hem şakalaşıyor, hem not alıyorduk.
Notlar, Bulgakov’un hayatının en az bilinen bölümüyle ilgiliydi. “Gençliğimde çok çekingendim,” diyordu. “Hayatımın sonuna kadar da gideremediğim bu kusuru belli etmemeye çalışırdım. 1920’li yıllarda, lisede birlikte okuduğum Kievli bir yazara Moskova’da rastladım. Birbirimize pek yakın değildik; ama doğdukları kenti çok seven bütün Kievliler gibi birbirimizi çok sıcak karşıladık. ’Sizi çok iyi hatırlıyorum Bulgakov!’ diye bağırdı. ‘Hep elebaşıydınız.
Sizden büyüktüm ama bugün bile amansız sözleriniz aklımdan çıkmıyor. Latince öğretmeni Suboç’u hatırlıyor musunuz, sizden usanmıştı. Koca liseyi titretirdiniz. Şimdi sıra “Turbin’in Günleri” geldi. Daha o zaman ününüz yayılmıştı sizin.’” Bulgakov, bunları anlatırken gülünç bir tavırla omuz silkerdi. “Bana kalırsa kimseyi ürküttüğüm yoktu.
Bağımsızlığımı koruyordum, o kadar. Ama gerçek olan, lise yönetiminin bana hoşgörülü davranmadığıydı. Nedendir bilmem, sakin bir çocuk olan benden, kim bilir neler planladığımı düşünerek kuşkulanırlardı. Üstlerimle, hayatım boyunca anlaşamadım.” [Burada içini çekti.) “Oysa, herkese örnek olmayı isteyen bir çocuktum…” 1916’da Kiev Üniversitesinde tıp öğrenimini bitirdi. Ardından Smolensk yöresinde Nikolskoye köyüne gitti.
Aşağı yukarı bir buçuk yıl boyunca doktor olarak Zemstvo’da [1] çalıştı. “Genç Bir Doktorun Mektupları” adlı öyküleri o çağın izlenimlerini taşır. İşini ciddiye alıyordu. Hayatı boyunca tıp bilimine de, doktorlara da büyük saygı duymuştu. Ama henüz çok genç Ama şairin dizelerini okurken tumturaklı bir sesle her sözün üstüne basışı hoşuna gitmedi.
Güleceği geliyor, tedirgin oluyordu. Vladikafkas’ta, Batum’da bölge gazetelerinde çalıştı, hiçbirinde kök salamadı. 1920’de Moskova’ya geldi. Gudok dergisindeki görev, onu Valentin Katayev, İlf ve Petrov [2] , Yuri Olyeşa gibi yazarlara yaklaştırdı. Ben, Mihail Afanasyeviç’i sonraları, 1930 yıllarına doğru tanıdım. Daha önce başından geçenleri de, anlattıklarından biliyorum.
Gerçekleri değiştirmekten korkuyorum. Belleğim ne denli gerçeğe sadık olursa olsun, notlarımı ve konuşma biçimini, ses tonunu (özellikle ilginç bir yanıydı bu) toparlayamıyor, bu nedenle genel bir anlatıma gidiyorum. Hem peşinen söyleyeyim: Bulgakov’un biyografisini yazmıyorum ben, eserleri üzerine bir deneme çiziktirdiğim de yok.
Burada ortaya koyduklarım Bulgakov’un hayatı, dolayısıyla Sovyet edebiyatı, bu edebiyatın şaşırtıcı tarihinin trajik ve güzel anları üzerine düşüncelerdir. Eserlerinde Bulgakov’u yöneten, hayatın kendi soluğundan başka bir şey değildi. O, hayata kayıtsız bir gözle değil, coşkuyla bakıyor, ona katılıyordu. Yazar olarak, içtenliğini bir gün bile yitirmedi. İçtenliği, ilkeden yoksunluk, uşaklık eğilimi, namussuzluk ve utanmazca bir ikiyüzlülükle karşılaştığında amansızlaşıyordu.
Yalnız eserlerinde değil, hayatında da, başkalarıyla ilişkilerinde de şen ve alaycı biriydi. Öykü uydurup anlatma yeteneği büyüktü. Şakalarının hepsinde kendini daha dolaysız, daha doğrudan ifade etmeye yönelik bir istek sezdirdi. Bulgakov, Herzen’in şu sözlerini rahatlıkla benimseyebilirdi: Kahrolsun eğretilemeler, üstü kapalı sözler.
Özgür insanlarız, köle değil; gerçeği masal kılığına sokmaya ihtiyacımız yok! Sözlerinde iyi niyetten başka şey yoktu; ne var ki hep tersinden kuşkulanıldı. Devrimden söz ediyor, devrimin dertlerini ve getirdiği sefaleti hissediyor, bir mizah yazarı olarak sarsılan hayatın tüyler ürpertici görünüşünü anlatıyor, gülünç ve iğrenç yanlarını dile getiriyordu.
Ülkesinden kaçanların yaşadıkları trajik sapmaları, kötü sonları, kendi oğullarının derdi gibi anlamaya çalışarak iç savaştan ve Rus aydınlarından söz ediyor, ama ülkesinin ahlak gücüne ve geleceğine inanıyordu… Oysa herkes, Beyazları savunduğunu, onları yücelttiğini söylüyordu. O ise, ikiyüzlülükle savaşan yaratıcının yazgısından, iktidarın uşaklarına özgü kötülükten söz ediyordu.
Yine Herzen’e göre bu ikiyüzlülük, “düşmanı her ne pahasına olursa olsun eleştirerek, olmazsa hafiyelik yaparak yıkma” amacını güdüyordu. Sovyet edebiyatına çamur sıçrattığı söyleniyordu. Nihayet, edebiyatın kafası işleyen memurları, Bulgakov’dan uzaklaşmakla kalmadılar, çevresinde soluk alıp vermesini zorlaştıran bir sıkıntı da yarattılar. Bulgakov’u tiyatro kurtardı. Hayatı boyunca tiyatroyla ilişkilerini koparmamaya çalıştı.
Oyunlarının oynanmadığı sıralar bile, yönetmen yardımcısı ya da oyuncu olarak başkalarının eserlerinin yaratılmasına yardım etti. (Moskova Sanat Tiyatrosu’nda, Dickens’ten alınan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı oyunda yargıç rolündeydi.) Bir yandan da cıvıl cıvıl yazı işleri odaları, hazırlanmasına katılacağı, sayfa düzenine yardım edeceği, yazılarını okuyacağı, basımevi mürekkebinin kokusunu duyabileceği bir gazete düşlüyordu…
Ama boşuna. Gençliğinde, gerek Gudok’ta çalışırken gerekse Niedra Yayınevi’nde görevliyken kısa bir süre böyle ortamlarda bulunmuştu. Tiyatroya duyduğu bütün bağlılığa karşın -prova yapılırken kararan salon, kulisten içeriye bir göz atmanın, bir oyunun ortaklaşa yaratılmasına katılmanın verdiği heyecan, ansızın dayanılmaz bir yoğunlukla çınlayan kendi sözlerinin halkın karşısında doğuşu- bütün bu güzel şeyler edebiyatın, acılarının, hayatının yerini tutamazdı…
Tiyatroya girişi patırtılı oldu. Alaycı öykülerine (“Yazgının Yumurtaları”, “Diavolia”) herkes kulak kabarttı. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen oyunu “Turbin’in Günleri” sonu gelmez tartışmalara yol açtı. O sıralar daha tanımıyordum onu. İlk kez 1926 yılında, “Liyubov Yarovaya” ve ‘Turbin’in Günleri” adlı oyunlar konusunda yapılan bir açıkoturum sırasında gördüm Bulgakov’u. O günlerde bu iki oyun sık sık karşılaştırılırdı.
Açıkoturum, Meyerhold Tiyatrosu’ndaydı. Katılımcılardan biri olan eleştirmen O, Bulgakov’a amansızca saldırdı. Onun konuşmasından sonra sahnede, sinirli, heyecanlı, sarışın bir adam göründü. Kolunu eleştirmene doğru uzatıp, “Sonunda sizi gördüğüme çok sevindim!” diye bağırdı. “Sonunda gördüm sizi!
Benim hakkımda rastgele söylenen her yalanı dinlemek zorunda mıyım? Bütün bu sözler, binlerce kişi tarafından tekrarlanıyor, ben susmak zorundayım, kendimi savunamıyorum! Bu, bir duruşma bile değil! Bana söz hakkı verilmiyor! Nedir peki ortada dönen? Benim seyircilerim var, yargıçlarım da onlar; siz değilsiniz. Oysa beni yargılıyorsunuz.
Yazdıklarınız bütün ülkede okunuyor… Benim oyunumu ise Moskova’da bir tek tiyatroda görebilmek mümkün. Oyunumu görmeyenler sizin yazdığınız gibi düşünüyor. Sizse yalandan başka şey yazmıyorsunuz. Benim düşüncelerimi saptırıyor, yazılarımın anlamını değiştiriyorsunuz! Ama sizi sonunda gördüm; bir kereliğine de olsa neye benzediğinizi gördüm.
Hiç olmazsa bunun için size teşekkür eder, sizi yerlere kadar eğilerek selamlarım. Sağ olun!” Eliyle selam verdikten sonra, yine sinirli ve heyecanlı, yanaldan al al, kayboldu. Salona büyük bir sessizlik çöktü. Hiç kimse alkışlamadı. Hiç kimse tepki göstermedi. Kimse, o tuhaf sessizliği bozmaya cesaret edemedi…
O gün bana, uzun kollu ve bacaklı, birden boy atmış genç çocuklar gibi hafif kambur, iriyarı bir adam gibi görünmüştü. Bu açıkoturumdan ancak birkaç yıl sonra onunla tanıştım. Bolşoya Pirogovska Sokağı’nda, bir kiralık dairede oturuyordu. Evi pek az ışık alıyordu, alçak pencereler kaldırıma bakıyordu. Küçük yemek odasından üç basamakla, beyaz ahşap rafları olan, ciltsiz kitaplar ve dergilerle dolu çalışma odasına çıkılıyordu.
Kızıl tüylü köpeği Buton, içeride dolaşıyor, gelenleri kuyruğuyla selamlıyordu. Her çeşit insan, sohbet etmek için onun evine gelirdi. Sık sık Tiflisli bir genç kızla buluşurduk orada (bu eve ilk olarak onun için gelmiştim). Ortalık epey karışıktı; çoğunlukla bohem, bazen de yorucu ve teklifsiz bir hava eserdi içeride. Bulgakov, kalabalık arttı mı çalışma odasına çekilir, ropdöşambrını giyer, kitaplarını karıştırmaya, yazılarını yazmaya koyulurdu.
Kalın perdelerin ardından, yakından geçen tramvayların gürültüsü gelir, yemek odasından yükselen sesler duyulurdu. O sırada Moliere adlı bir oyun ve bir roman üzerine çalışmaya başlamıştı. Sonradan Usta ile Margarita adıyla yayımlanacak olan romanının da ilk bölümlerini yazmıştı. Çevresinde olup bitenlerden birden kopuyor, her şeye yabancılaşıyordu.
Evine gelenlerin gerçek dostları değil, bir rastlantı sonucu orada bulunan kişiler olmasının da önemi yoktu. Hayatı çok hareketliydi, gözde yazarlardan biriydi artık. Basının saldırıları ününü artırıyor, ona yönelen ilgiyi kışkırtıyordu. Kafası bir yığın yenilikle doluydu. “Turbin’in Günleri’nin gördüğü ilgi giderek arttı.
Oyun, içtenliği, kahramanların insancıl yanı ve duyguların derinliğiyle, seyircileri etkiliyordu. O zamanlar sık görülen şişirme oyunlardan çok farklıydı. Oyuna gösterilen ilginin nedeni yalnız bu da değildi. Moskovalı aydınlar devrim öncesindeki gibi Sanat Tiyatrosu’nu kendi tiyatroları sayıyorlardı. “Turbin’in Günleri”ni seyredenler arasında, kaderi oyun kahramanlarının kaderine benzeyen pek çok kişi vardı.
Gösteri şaşkınlık yaratıyor, anıları canlandırıyor; seyirciyi çekiyordu. Herkes oyunu konuşuyor, görmek istiyor, defalarca seyrediyordu. Sanat Tiyatrosu’nun oyunlarının başarısı, oyunun çağdaş oluşuyla ve seyircinin siniri, nabzı, iç dünyasında yankılanmasıyla doğru orantılıydı. Tiyatronun geleneği, oyuncuların güncel olayların bilincinde olmalarını gerektirmekteydi (bu niteliğini yitirdiği gün Sanat Tiyatrosu da yok oldu).
Henüz belleklerden silinmemiş olayları ele alan “Turbin’in Günleri”nin (“aracı kuşak” sayılan) yeni bir oyuncu kuşağını doğurması da tesadüf değildi. Şmelev, Dobronravov, Sokolova, Tarassova, Yaşin, Prudkin, Kudriavtsev, Stanitsin adları seyircileri fethetti. Yorumladıkları kişiler (Aleksey Turbin, Elena, Nikolka, Lariocik, Mişlayevski ve başkaları) oyunculuktaki başarılarıyla iç içe geçti. Sanki o kahramanlarla birlikte doğmuşlar, onlardan ayrılamıyorlardı.
“Turbin’in Günleri”nden sonra, Sanat Tiyatrosu’nun “Yarış”ı sahnelemeye hazırlandığı haberi basında yeniden amansız saldırılara yol açtı. O dönemin gazetelerinden birinde şu satırları okumak mümkündü: Gelecek sayılarımızdan birinde, Bulgakov adlı bu tipik küçük burjuva ve gelip geçici yazarın tuttuğu yol hakkında bir makale yayımlayacağız. Ne yazık ki, ‘Turbin’in Günlerinin ünlü yazarıyla yine ilgilenmek zorundayız.
Sanat Tiyatrosu’nun geçmişiyle bağlarını koparmasını sevinçle karşılamıştık ama işte Bulgakov oraya döndü. “Yarış” mı? Hayır, bu oyunun oynanması söz konusu değildir. Gorki’nin, oyunun “aforoz edildiği için başarı kazanacağını” söylemesine rağmen saldırılar başladı. 9 Ekim 1928 günü Sanat Tiyatrosu’nda, “Yarış” üzerine yapılan açıkoturumda Gorki, beyaz generallerin “iyi gösterilmesi” yönünde bir eğilim görmediğini açıkladı.
“Bu çok güzel bir komedidir, tam üç kere okudum,” dedi. “Yarış”ın, ilk başta, tıpkı “Turbin’in Günleri” gibi yalnız Sanat Tiyatrosu’nda oynanmasına izin verildi. Ama kısa bir süre sonra, 1928 Eylülü’nde yasaklandı. “Yarış”, yazarının ölümünden on yedi yıl sonra (1957) ilk kez Volgograd’ın Gorki Tiyatrosu’nda sahnelendi. “Yarış” çok değişik bir oyundur. İçindeki sekiz ayrı düşle, sanki “Turbin’in Günleri”nin devamıdır. Ama psikolojik bir dram değildir; duvarın ötesinde, ülkelerinden uzakta kalmış kişiler hakkında acıklı bir güldürüdür.
Düş görürcesine, halka karşı işlenen kanlı cinayetleri hatırlayan beyaz subaylar onurlarını yitirir, sefalete ve düşkünlüğe sürüklenirler. Yazar onları “davranışlarına göre” yargılar. Onlara karşı acımasız davranır, günümüzde bu düşlerin başka türlü yorumlanması olanaksızdır. Yazar, oyunun ve niyetlerinin sakıncalı görülmediği dönemlere yetişemedi. “Yarış”ın bir daha ortaya çıkmamak üzere karanlığa gömüldüğünü sanıyordu.
1927 yılında Vartangov Tiyatrosu “Zoyka’nın Evi”ni oynadı. N.E.P. [3] çağının Moskovası üzerine bir hiciv olan bu oyunla Bulgakov, yeniden eleştirmenlerin saldırısına uğradı. Oyunun hiciv yanı dikkate alınmıyor ve gerçeğin, taraflı bir bakış açısıyla, akıl almaz biçimde çarpıtıldığı söyleniyordu. Karmeni Tiyatrosu’nun 1928’de oynadığı “Kızıl Ada”, Bulgakov’un fırtınalı tiyatro hayatını bitirdi.
Oyun, sözde devrimci görüntüleri alaya alıyor, Bulgakov gerçeğin altını çizmek için çok yerde hicivden yararlanıyordu. Ama bu bir şaka olarak kalmıyor; yazar, yurttaş olarak kendi yerinin de altını çiziyordu. “Zoyka’nın Evi” ile “Kızıl Ada”, tiyatronun repertuvarın- dan çıkarıldı. Aynı şey “Turbin’in Günleri”nin de başına geldi ama oyun, üç yıl sonra yeniden gün ışığına çıktı. P.S. Popov’a yazdığı bir mektupta Bulgakov şöyle diyordu: “1932 yılı Ocak ayının ikinci yarısında bilmediğim, derinine inmek niyetinde de olmadığım nedenlerle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği hükümeti, “Turbin’in Günleri”nin yeniden oynanması için Sanat Tiyatrosu’na emir verdi.
Oyunun yazan için bu, hayatının bir bölümünün kendisine iade edilmesi demektir. Başka sözüm yok.” Sonradan Stalin’in, “Turbin’in Günleri” için, “Pek öyle korkulacak bir oyun değil, zararından çok yararı var,” dediğini öğrendik (bkz. 1949’da yayımlanan Stalin’in bütün eserlerinin ikinci cildi). “Turbin gibilerinin, davayı kaybettiklerini anladıktan sonra silah bırakmak zorunda kalmaları, Bolşeviklerin yenilmezliğini, onlara karşı bir şey yapılamayacağını gösterir,” diyordu Stalin. ‘“Turbin’in Günleri’, Bolşevizmin sarsılmaz gücünün bir örneğidir.” Sonra da ekliyordu: “Tabii yazarın bu konuya bir katkısının olduğu söylenemez, ama ne önemi var.”