Roman (Yabancı)Roman (Yerli)

Olivera (Yıldırım Beyazıt’ın Büyük Aşkı )

Olivera Despina’nın bir papaza yazdırdığı anılarının günümüze kadar ulaşmasıyla oluşan ender bir kaynak…

Olivera’nın gözlerinden Osmanlı haremine, Yıldırım Beyazıt’a ve tarihe şahitlik edin. Saray entrikaları, yalanlar, tutsaklıklar, kaçışlar, aşklar, ihanetler ve çok daha fazlası…

Büyük ve kanlı bir savaşın ardından, aşk-ı derûn…

Bir yanda yedi cihana hükmedecek bir imparatorluğun temellerini atan ve Kosova Savaşı’nda babasını kaybeden Yıldırım Beyazıt Han; diğer yanda babasını ve ülkesini aynı savaşta Osmanlılara karşı kaybetmesine rağmen Osmanlı Sarayına gitmeye mecbur bırakılan Olivera Despina.

Hürrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nur Banu Sultan, Safiye Sultan, Kösem Sultan ve daha nicesi… Onlar tarih boyunca konuşuldu ve konuşulmaya devam edecek… Ama Osmanlı tarihinde öyle bir kadın vardı ki, onu çok az kişi konuştu: Yıldırım Beyazıt’ın aşkı Mileva Olivera Despina.

Hırsın, gücün ve iktidar mücadelesinin ihanetle sonuçlandığı bir savaş…

Bir yanda, acımasızlığı ve gücü ile nam salmış, Türkistan ve İran’da güçlü bir devlet kuran, Anadolu üzerinde hak iddia eden Timur, diğer yanda Anadolu’da hâkimiyet kurmaya çalışan, büyük cesareti ile ünlenen, çabukluğu ve hızı sayesinde ‘Yıldırım’ unvanını alan dördüncü Osmanlı Padişahı Beyazıt.

Tarihin arka sayfalarında kalmış bir hikâye…

***

GİRİŞ

Güçlerini Anadolu’da kabul ettirmiş olan Osmanlılar, Avrupa’ya doğru açılmanın planlarını yapmaya başladılar. Bu arada Bursa alınmış, İstanbul teğet geçilerek Edirne fethedilmişti. Osmanlının, Balkanların kapısını çalmaya başladığı esnada, Sırplar da boş durmuyordu.

Sırp Kralı Duşan (1331-1355), 1345 senesinde bütün Makedonya’yı ele geçirdi. Ertesi yıl yani 1346 senesinde Çarlığını ilan etti. Bu esnada genç oğlu Uroş IV “Genç Kral” olarak ilan edilerek, Eski Sırp Devleti’nin idaresi ona verildi.

Çar Duşan, Arnavutluk’u, Epir ’i ve Etolya’yı aldı. Ko-rint Körfezi’ne inerek Teselya’yı ele geçirdi. Bu dönemde Konsantinopolis’i (İstanbul) almayı planlarken, 1355 senesinde öldü.

Kral Stefan Uroş IV(1355-1371) döneminde, Sırp Devleti bölünerek eyaletleri bağımsız yöneticilerin eline geçti. Adriyatik Denizi kıyısında olan Arnavutluk, Balşa ailesinin, Rud-nik yöresinin güneyi Jupan (Zupan) Nikola Altemanoviç’in, Rudnikyöresi Knyaz (Knjez) Lazar ’ın, Makedonya da, Vuka-şin ve Uglyeşa kardeşlerin hâkimiyeti altına girdi.

Vukaşin ve Uglyeşa kardeşler, 1371 yılında, Meriç Nehri yakınlarındaki Çirmen Savaşında, Osmanlılar tarafından bozguna uğratılarak öldürüldüler. Bu savaşın ardından iki ay sonra, Kral Stefan Uroş IV öldü. Bunun üzerine Osmanlılar, Şar Dağının güneyini tamamen ele geçirdiler. Bu durum Sırpları, Osmanlılar ile kaçınılmaz olarak savaşa zorlamış oldu. 1386 Yılında Niş şehrini ele geçiren Osmanlı Padişahı I. Murat Hüdavendigâr (1360-1389), Knyaz Lazar ’ın direnmesi üzerine ikinci bir sefer düzenleyerek Sırbistan’ın üzerine yürüdü. İki ordu, 15 Haziran 1389 tarihinde Kosova Ovası’nda karşılaştı.

Knyaz Lazar, damatları Vuk Brankoviç ve Miloş Obiliç ile Bosna Kralı Tvrdko ve Arnavut Beyi Georgy Kastriyo-ta komutasındaki birleşik Sırp orduları ile bu savaşa girdi. Osmanlı ordusuna ise Sultan Murat, oğulları Yakup ve Beyazıt komuta ediyorlardı. Sayıca üstün birleşik Sırp ordusu galibiyete çok inanmıştı. Fakat savaş, Sırp ordusunun kesin yenilgisi ile sonuçlandı.

Sırp Despotu Lazar, kızlarından ikisini ülkesinin en ünlü iki yöneticisine vermişti. Vukosava, Vuk Brankoviç, Mara ise Miloş Obiliç ile evlenmişti. Vukosava, kız kardeşinin kocası Miloş’u korkaklıkla ve yurdunu Osmanlılara satmakla suçluyordu. Bu iftiralara daha fazla dayanamayan Mara, kız kardeşini tokatlamıştı. Bu onur kırıcı davranış yüzünden iki damat kayınpederlerinin ve hanımlarının önünde dövüşmek zorunda kaldılar. Miloş, Brankoviç’i atının ayaklarına çiğneterek onu bozguna uğrattı. Fakat asilce davranarak bacanağının yaşamını bağışladı. Kosova Savaşından bir gece önce, Despot Lazar ’ın sofrasında hem de bütün soyluların önünde Brankoviç, Miloş’un, Sultan Murat ile işbirliği yaptığını iddia etti. Şüphelenmeye başlayan soylular “yanıt ver” dediler. Hatta Despot Lazar, “Eğer suçsuz isen şu kupayı benim onuruma iç” dedi. Bunun üzerine Miloş, “Kupayı verin! Gün doğarken bağlılığımı kanıtlamış olacağım” diye yanıt vererek, kupadaki içkiyi içti.

Ertesi gün savaşta, vahşi bir ata binen Miloş, ovada pek az Sırp askeri kalıncaya kadar bütün gücüyle kahramanca savaştı. Bu arada yaralanmıştı, savaşın sonlarına doğru atıyla ırmağa yanaştı, atıyla birlikte yüzerek karşı kıyıya geçti. Asker kaçağı gibi sürüne sürüne, Sultan Murat’ın bulunduğu çadıra kadar yaklaştı. Padişahın elini öpmek istediğini söyledi. Despotun damadının kendisine bağlı olmasından gururlanan Sultan Murat, askerlerine yaralı Sırp’ı içeriye almalarını emretti. Miloş, Sultan Murat’ın önünde diz çöktü. Bir eliyle Padişahın elini tutarak, öpecekmiş gibi yaparak dudaklarına götürürken, öteki eliyle üniformasının içinde sakladığı hançeri çıkararak, birden Sultan Murat’ın göğsüne sapladı.

Sultan’ın haykırışı üzerine çavuşlar çadıra daldılar. Bir fırsatını bulan Miloş, atına kadar kaçabilmişti. Ancak yetişen Beyazıt’ın askerleri, Miloş’u yakalayıp paramparça ettiler.

Kosova Ovasında, biri Miloş’un, Sultan Murat’a ölüm darbesini indirdiği çadırı, diğeri Miloş’un kaçarken yakalandığı yeri ve yeniçeriler tarafından öldürüldüğü ırmağın kenarını gösteren üç taş vardır. Görünüşleri, suç ve öç gibi korkunçtur. Balkan Dağları onları sabahın erken saatlerinde, yas rengine boyar.

Yakalanıp çadıra getirilen Lazar, damadının Sultan Murat’ı öldürdüğünü anladı. Miloş’un parçalanmış cesedini görünce, kendi sonunun da gelmiş olduğunu fark edince, ellerini havaya kaldırıp dua etmeye başladı. “Ey büyük Tanrım! Haksız yere suçladığımız savaşçımızın, ailemin, halkımın ve dinimizin en büyük düşmanını kendi elleriyle öldürmüş olduğunu görmeme izin verdiğin için beni de yanına çağırabilirsin.”

Lazar, savaş alanından kaçmaya çalışırken yakalanan akrabaları ve öteki soylular ile birlikte bu çadırın önüne getirilerek boyunları vuruldu. Yas havası, hem yenenleri hem yenilenleri kaplamıştı. (Alphonse de Lamartine, Osmanlı tarihi I. Cilt sayfa 102)

* * *

Kosova Meydan Muharebesinden sonra Sırp tahtı kral-sız kalmıştı. Osmanlılardan çekinen Lazar ’ın oğulları Prens Stefan ve Prens Vuk, bu umutsuzluk içerisinde çare olarak kız kardeşleri Prenses Olivera’yı, Yıldırım Beyazıt ile evlendirmekte buldular.

Oturup Sultan Beyazıt’a mektup yazmaya başladılar:

“Biz, Sırp Krallığının varisleri, Prens Stefan ve Prens Vuk, Kral Lazar ’ın kızı ve bizim de kız kardeşimiz Prenses Olivera’yı, siz, Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıt Han’a vermekle kıvanç ve onur duyacağımızı belirtmek isteriz. Ancak, bu kutlu ve onurlu mutluluğun gerçekleşmesi, küçük bir takım isteklerimizin, haşmetmeaplarınca kabul edilmesine bağlı bulunmaktadır. Şöyle ki:

Osmanlı ordusu, Sırp ülkesinden çekilmeli,

Buna karşılık, Sırp halkını yoksul düşüremeyecek oranda, her yıl bir miktar “haraç” Osmanlı Devletine verilecek,

Bizler, Prens Stefan, Kuzey Sırp Ülkesine, Prens Vuk, Doğu Sırp Ülkesine kral olacağız,

Osmanlı hükümdarlarının büyük düşmanları olan Anadolu Beyliklerine karşı, Sırp ordularını, Osmanlı Padişahının buyruğu altına vererek bu beyliklerin bir an evvel ortadan kaldırılmasında yardımcı olacağız.

Siz, yüce haşmetmeap için hazırlamış olduğumuz naçiz armağanlarımızla birlikte işbu mektubumuzu sunmakla görevlendirdiğimiz elçilerimiz, vereceğiniz karşılığı bize ulaştıracaklardır.

En derin bağlılık ve saygılarımızla…”

Sultan Beyazıt, Olivera’yı istiyordu ve Anadolu Beylikleriyle mücadelede yardım göreceği için bu öneriyi geri çeviremezdi.

Olivera’yı getiren gelin alayı, başkent (Edirne) sınırlarına vardığında, yeri göğü inleten bir uğultu koptu. Sokaklarda meşaleler yakılıyor, çalgılar durmaksızın çalıyordu. Saraya kadar olan tüm yollar, en değerli ve en pahalı halılarla döşenmişti. Olivera’yı getiren yüzlerce kişilik Sırp kafilesi, hayret, kıvanç ve mutlulukla, üstelik onurla dopdolu yüreklerinden taşan sevinçlerini haykırmamak için güçlük çekiyordu. (Ali Kemal Meram, PADİŞAH ANALARI sayfa, 71. 72. 73.)

YILDIRIM BEYAZIT (1360 -1403)

Dördüncü Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt’ın babası Murat Hüdavendigâr, annesi ise daha sonra Gülçiçek Hatun ismini alan, Bulgar Kralı İvan Aleksandr ’ın kızı Mariya’dır.

Büyük cesareti sayesinde ünlenen ve katıldığı savaşlarda göstermiş olduğu inanılmaz çabukluk ve hızı sayesinde “Yıldırım” unvanını aldı. Kosova Meydan Muharebesi’nin kazanılmasında büyük rol oynamıştır (1389). Bu savaşta babası I. Murat şehit edilince savaş alanında Padişah ilan edildi. Kardeşi Yakub’u buradaki çadıra çağırtarak boğdurdu. Balkan Yarımadası üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini kabul ettirdikten sonra, Anadolu’ya dönerek İstanbul Boğazının Anadolu yakasını ele geçirip Anadolu Hisarını (Güzelce Hisar) yaptırarak, Konstantinopolis’i (İstanbul) kuşattı. Bu kuşatma sekiz ay sürdü, tam ele geçirmek üzere iken, Bizans’ın, Konstantinopolis’i kuşatan Osmanlı Devletine karşı Avrupa’dan yardım istemesi ayrıca Haçlıların I. Kosova Savaşının intikamını almak ve Osmanlı Devletini Balkanlar ’dan atmak istemesi amacıyla, Haçlı ordularının Tuna boylarındaki Niğbolu Kalesini kuşatmaları üzerine o yöne doğru hareket etmek zorunda kaldı. 25 Eylül 1396 tarihinde Niğbolu zaferi kazanılmış oldu. Bosna Hersek, Osmanlı Devletine bağlandı, Bizans, vergi vermeyi kabul etti, Memluk Devletinin himayesindeki Halife, I. Beyazıt’a “Sultan-ı İklim-i Rum ” (Anadolu Sultanı) unvanını verdi.

Beyazıt, Anadolu’da bulunan; Germiyanoğulları, Hami-toğulları, Menteşeoğulları, Saruhanoğulları, Aydınoğulları, Karamanoğulları, Candaroğullarının Kastamonu kolunu ve Kadı Burhanettin Devletini alarak ilk kez Anadolu Türk Birliği’ni sağlamış oldu. (1389)

Beyazıt Rumeli’ni güvenlik altına almayı uygun gördüğü için Sırplarla anlaşma yoluna giderek, Lazar ’ın kızı Olivera (Despina) ile evlendi ve Stefan Lazareviç emrinde bir kuvvettin Macar hududunda kalmasını sağladı; Sırplar, Beyazıt’ın bütün seferlerine katılarak yapılan anlaşmaya riayet ettiler. Fakat Priştine ve Üsküp bölgelerinin yöneticisi Vuk Branko-viç bölgesini genişletmek isteyince, Paşa Yiğit emrinde bir kuvvet buraya gelerek Üsküp’ü aldı ve burası kuzeye doğru yapılacak akınlar için üs olarak belirlendi.

TİMURLENK (1336 -1405)

Barlas aşiretinin başbuğlarından Emir Turagay ile Teki-na Hatunun oğlu olan Timur, (Keş 1336 – Otrar 1405) olup, Asya fatihi olarak şöhret yapmıştır. Türkçe kaynaklarda Aksak Timur, İran kaynaklarında Timurleng, Avrupa kaynaklarında Tamerlane olarak anılır. Daha gençlik yıllarında katıldığı savaşlarda ömrü boyunca taşıyacağı yaralar almış, hem çolak ve hem de topal kalmıştı.

36 Yıl saltanat süren Timur, ülkesinin topraklarını doğuda Çin’e, batıda Bizans’a, kuzeyde Moskova’ya kadar genişleterek Timur imparatorluğunu kurdu.

ANKARA SAVAŞI (1402)

Timur, Çin’e yapacağı doğu seferi öncesinde, batıda güvenliği sağlamak amacıyla, Ön Asya’ya (Anadolu) seferler düzenledi (1399). Beyazıt’ın, topraklarını ilhak etmiş olduğu Anadolu Beyleri, Timur ’a sığınırken, Timur ’dan kaçan Tebriz Hükümdarı Ahmet ve Celâyir beyi (Azerbaycan hâkimi) Kara Yusuf Beyazıt’a sığındılar. Timur Sivas’ı ele geçirip, Osmanlı Devletine sığınan beyleri Beyazıt’ın kendisine teslim etmesini istedi. Hakaret dolu yazışmalar ve her iki hükümdarın “Dünyaya Hâkim Olma” isteği olayları körükleyince iki ordu, 19 Temmuz 1402 tarihinde Ankara’nın Çubuk Ovasında mevzilendiler. Timur’un Fillerle takviye edilmiş çoğu atlı, 160 bin kişilik ordusu, kahramanca dövüşen 20 bini Sırp askerleriyle takviyeli, 80 bin kadar Osmanlı ordusunu yendi. Beyazıt savaş alanından çekilmeyi hiç düşünmedi, yanındaki üç bin yeniçeriyle, esir düşene kadar mücadele etti.

KENDİNİ EN İYİ HİSSETİĞİN ZAMAN

Her ne olursa, kader gününün belirleyicisi, her şeyi esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın dediği gibi olur.

Kur’an-ı Kerim

Çok uzun zaman önce Bursa’da iken, köle kızlardan biri olan Hatice bana, “Kendini iyi hissettiğin, her şeyin güllük gülüstanlık olduğu ya da rüyanda kötüye yorumlanacak hiçbir şey görmediğin zamanlarda bile kendini korumalısın. En kötü şeyleri, hep hiç beklemediğin anlarda yaşarsın, soylu hanımım,” demişti.

Onun söylediklerinin çoğu kez doğru çıkmış olması, benim ikna olmamı ve ona inanmamı daha da kolaylaştırıyordu. Gerçekten de yaşamımda kendimi en iyi hissettiğim zamanlarda veya mutluluğa tam anlamıyla eriştiğimi düşündüğüm anlarda, çok geçmeden onun dediği gibi tepeden inme olumsuzluklar ortaya çıkıveriyordu.

Hatice’nin artık yanımda olmadığını iyice idrak ettiğim zaman, güzel ve çirkinin birbirine böylesine bağlı, böylesine yakın olgular olduğunu anlamıştım. Güzel, neşeli ve dertsiz bir şeyler olacaksa, yakınlarda bekleyen kötü, hüzünlü ve tehlikeli şeylerden uzak (ya da tersinin) olamayacağını anlamıştım.

“Gündüzün geceyle, beyazın siyahla, neşenin hüzünle, sevincin acıyla, aydınlığın karanlıkla yer değiştirmeleri gerekiyor, çünkü her şeyi bağışlayan ve esirgeyen Allah böyle emrediyor!” diyordu.

Aslen Edirneli olan bu falcı kadının, sarayda yalan yanlış fal bakmasından dolayı şikâyet edilerek rutubetli zindanlara atılmasının hikâyesini işitmiştim. Sonrasında benim kararlı ısrarlarım ve Sultan Beyazıt’ın iyi niyeti sayesinde Hatice’yi kurtarıp kendime hizmetçi seçmiştim ve bugünlerde hiç aklımdan çıkmıyordu.

Bana hayatla nasıl savaşacağımı öğretiyor, çok sık verdiği nasihatlerle de beni aydınlatmaya çalışıyordu.

“Kötülük ve iyilik hep yan yanadır asil hanımım. Şayet çok mutluysan, bil ki hemen yanı başında oralarda bir yerlerde bela çömelmiş beklemektedir. Şayet başında bir bela varsa da, yine oralarda bir yerlerde, ayaklarının dibinde, ellerinin altında veya başının üzerinde mutluluk ortaya çıkmak üzere durmakta ve sana gülümsemektedir. Yaşamında ne kadar mutlu günlerin olacaksa, bir o kadar da bahtsız günlerin olacaktır! Bu durum sadece senin için değil, dünyadaki bütün insanlar için de aynen böyledir.”

Bu arada, çok meraklı ve huzursuz bir kişiliğe sahip olduğumdan, benim için en ilginç olanı ise, bana vermiş olduğu akıl dolu nasihatlerinin yanı sıra, onun geleceği hatasız görebilme yeteneğinin olmasıydı.

Bu yüzden, boş zamanlarımın tümünden istifade ederek, yabancısı olduğum yeni yaşamımın akışına girip bakmasını, gelecekte beni nelerin beklediğini bana anlatmasını ondan hep rica etmişimdir.

Bazen de ondan, erkek kardeşim Stefan’ın geleceğine şöyle bir göz atmasını rica ediyordum. Her ne kadar bunu büyük bir memnuniyetle yapsa da, hiçbir zaman onun hayatında olabilecek kötülükleri bana anlatmayı arzu etmezdi.

“Erkek kardeşin, günümüzde kendi soyunun gurur kaynağı olduğu gibi, gelecekte de öyle olacaktır,” diye anlatmaya başlardı. “Kendi ülkesinin ve milletinin şanını dünyaya yayacaktır. Diğer bütün saraylılar da ona hayran kalacak ve onu neşeyle karşılayıp ağırlayacaklardır. Ona büyük saygınlık göstereceklerdir. Birçok kadın, onun için yaşamlarını tehlikeye atacaktır. Onu aşikâr veya gizliden gizliye çok hem de pek çok seveceklerdir.”

“Eh, herhalde o da onları sevecektir?

“Sana söyleyeceğim şeyler yüzünden beni bağışlamanı diliyorum hanımım. Onun yüreğinde hanımlara karşı şu sıralar aşk beslediğini pek göremiyorum.”

“Nereden biliyorsun?”

“Onun en büyük aşkı Tanrı’ya duyduğu aşktır. Onun göklere ve haçınıza doğru yönelmiş temiz ruhunu belirgin bir şekilde görebiliyorum, fakat…”

“Bunu ben de biliyorum Hatice. Kardeşim oldukça dindar bir adamdır. O, düşünceleri ve yaptıkları ile tamamen Tanrı’ya yönelmiştir. Tanrı onun en büyük aşkıdır.”

“Tabii ki. Ben de dindar birisiyim. Esirgeyen ve bağışlayan, ahiret gününün belirleyicisi olan Allah’ıma her gün ben de dua ediyorum. Bu durumu senin sevgili kardeşinde de aynen görüyorum. Fakat herhangi bir kadına karşı duyduğu aşk gibi bir şey göremiyorum.”

“Demek oluyor ki, kardeşim evlenmeyeceği gibi soyunu devam ettirecek çocukları da olmayacak?”

“Evlenecek, orada bir kadın görüyorum. Fakat.”

“Fakat ne?”

“Uzun süreli bir aşk olmayacak. Çocukları da.”

“Aman Hatice, sen neler söylüyorsun öyle! Senin hiçbir şeyine, hiçbir söylediğine inanmıyorum artık. Yorgunsun, uykusuzsun, uyduruyorsun,” diye ona bağırmaya başladım. Onun söylediği bütün bu uğursuz sözler, etrafımda yankılanıp, yüreğime bir ok gibi saplanıverdi. Aslında onun söyledikleri benim huzurumu bozduğu gibi, kaygılanmama da neden olmuştu, çünkü Hatice’nin gelecek hakkındaki tahminlerinin çoğunun gerçekleştiğine defalarca tanıklık etmiştim.

Öylesine şaşılacak bir güce sahipti ki tamamen sakinleşip gözlerini yumduğunda sanki başka bir dünyaya geçip gelecek zamanlara adapte oluyor, orada olan biteni gördükten sonra eski haline dönüyor, kime ne zaman, ne olacağını bütün ayrıntıları ile anlatmaya başlıyordu.

Ben de onu hayretle izleyip dinliyordum.

Onda gerçekten bir keramet olduğuna ikna olmuştum.

Bütün bunların yanında, kendim için de korkmaya başlamıştım. Yalnız kendim için değil, Stefan’ın çok sevemeyeceği, çocuk doğuramayacak olan kadın için de korkmaya başlıyordum. Neslini devam ettiremeyecek, erkek çocuğu olmayan, yani veliahdı olmayan bir hükümdar nasıl bir hükümdardır? Hem ebeveynlerim soylarını devam ettirecek olan veliahdın doğumunu nasıl da büyük bir sabırsızlıkla beklemişlerdi!

“Haydi, kardeşimin geleceğine dön ve her şeyin nasıl neticeleneceğine bir bak,” diyerek, tekrar ricada bulundum ondan birkaç gün sonra. “Her şeyi daha iyi görebilmen için dikkatlice bak, her yarığa bir göz at lütfen.”

“Bakılacak bir şey kalmadı hanımım, her şey gün gibi apaçık ortada. Kardeşinin hayatında çok asil soydan gelen bir hanım olacak. Onunla aşk evliliği yapmayacak. Nasıl desem, birinin çıkarı için, hem yüksek mevkide olan asil bir adamın çıkarı için evlenecek. Yani ortada kendi çıkarı da yok. Ki bu kişi genç, yakışıklı, akıllı ve soylu hükümdarla akrabalık kurmak istiyor. Fakat o, bu kadını çok sevmeyeceği gibi, vicdanı da rahat olmayacak ve onun için en kötüsü bütün yüreğiyle istemesine rağmen ondan çocuğu da olmayacak.”

“Kardeşimin yaşamında güzel veya mutluluk verici bir şey olmayacak mı?”

“Nasıl olmasın! Bak işte, uzun süre hükümdarlık yapacağını, bilgili ve başarılı olacağını, ününün uzaklara yayılacağını, saygı ve itibar kazanacağını görüyorum. Halkı tarafından çok sevilecek – hatta ilahlaştırılacak. O da kendi halkı için çok iyi şeyler yapacak. Akıllı yönetimi altında ülkesinde çok büyük ilerlemeler kaydedileceğini, zenginlik olacağını, bütün ülkede aydınlık günler olacağını görüyorum. Bu nedenle onun önünde, gerek yaşlı gerek genç, gerek zengin, gerek fakir herkes ama herkes eğilip hürmet edecek, onu ilahlaştıracak. Hayatta olduğu gibi ölümünden sonra da hep saygıyla anılacak. Halkı hep onu anacak ve onun adı üzerine yeminler edecek.”

“Bırak şimdi ölümü. Başka neler görüyorsun?”

“Seni hanımım, onun hemen yanı başında görüyorum. Mutlu ve gururlu olacaksın. Onun yanında yaşamaya başladığın zaman dünyanın en mutlu, en gururlu ve en memnun kişisi olacaksın.”

“Fakat gördüğün gibi, hem kendi ülkemden hem de milletimden ayrıyım. Ayrıca benim yaşamım Osmanlı Devleti sınırları dâhilinde heba olup giderken, öldükten sonra kemiklerim bir kefene sarılıp sevgili kardeşimden çok uzak bir yerlere atılacakken, nasıl olacak da onun yanında yaşayacağım?”

“Senin Osmanlı sarayındaki yaşamın yarıda kesilecek sevgili hanımım.”

Bütün bunlar, Ankara yakınlarında yapılacak savaştan bir yıl önce gerçekleşen gelişmelerdi.

“Nasıl yarıda kesilecek?” diye sordum.

“Senin, hanımım, gökyüzünün bu kısmının altında yerin yok.”

“O halde hangi topraklar üzerinde yerim olacak? Adımlarımı hangi topraklar üzerinde görebiliyorsun?”

“Buralardan uzaklarda. Buralarda yoksun, fakat seni başka bir yörede görüyorum. En az ümit ettiğin bir zamanda mutlu ve memnun olacaksın.”

“Hayır! Yapma rica ederim Hatice, bana en az ümit ettiğin zaman deme ne olur.”

“Peki, demem.”

“Affet beni Hatice ve hakkını helal et. Devam et ve en az ümit ettiğim zaman neler olacağını bana söyle.”

“En az ümit ettiğin zaman… çoktan kapanmış bir yaradan kan akmaya başladığı zaman, kaldırımda kırmızı şakayık filizlendiği zaman, kendini en iyi hissettiğin zaman, şeytanın günü gelecek.”

“Kime şeytanın günü gelecek yahu?”

“Birçoğuna.”

“Kim bu birçoğu?”

“Senin etrafında bulunan herkese, ama ama.”

“Ama ne?”

“Ama hanımım, bana darılma, ne görüyorsam onu sana söylemek zorundayım.”

“O halde anlat!”

“O gün, şeytanın günü, sana da gelecek. Fakat yakın bir zamanda değil. Nehirlerden çok sular akacak ve sen o gün, şeytanın günü gelmeden çok şey yaşayacaksın.”

Hatice bana ne zaman şeytanın gününden bahsedecek olsa, onunla olan muhabbetimi kesiyor, korktuğum için onu daha fazla dinlemek istemiyordum. Fakat o zaman merakım beni kemirmeye başlıyor, gelecekte beni nelerin beklediğini bilme arzusu içimde yeniden uyandığından tekrar anlatması için uzun süre ona rica etmek zorunda kalıyordum. O ise bana kızmış gibi davranıp nazlanıyor, suratını asıyor, susuyor daha sonra ise kızgınlığının geçmesini bir an evvel istermişçesine dili çözülüyor ve tekrar anlatmaya başlıyordu.

“Sen şimdi bana güzel bir şey anlat ne olur.”

“İstiyorum, valla istiyorum. Ben de senin yaşamında hep güzel şeylerin olmasını istiyorum hanımım.”

“O halde olabilecek güzel şeyleri söyle bana.”

“Yaşayacağın çok güzel şeyler de görüyorum.”

“Peki, o güzel şeyler nedir? Söyle bakalım!”

“Çok sevileceksin.”

“Kim tarafından sevileceğim?”

“Erkekler tarafından hanımım. Bir sürü erkek seni sevecek.”

“Hangi erkekler? Padişahın dışında burada bulunan etli göbekli, bacakları eğri, buruşmuş olan bu hadım erkekleri kastetmiyorsun herhalde.”

“Hayır, soylu hanımım. Seninle ilgilenecek, sana aşklarını ilan edecek olan çok yakışıklı erkekler seni sevecek,” diye ekledi. “Hatta dinen sevmeleri yasak olan kişiler bile, günah olmasına rağmen seni arzulayacaklar.”

“Yeter, Hatice yeter! Bunların hepsi gerçekten çok saçma şeyler. Bunları anlatmayı kes artık.”

“Peki peki. Hakkını helal et… O halde ne anlatmamı istiyorsun?”

“Bana kardeşim Stefan ile evlenecek olan kadını anlat.”

“Daha önce de söylediğim gibi, bu kadın seçkin bir soydan olacak fakat aralarında aşk olmayacak.”

“Demek oluyor ki, benim kardeşim gerçek aşkı tanımamış olacak?”

“O kadınla gerçek aşk olmayacak.”

“Demek oluyor ki benim kardeşim, aşkın ne olduğunu bilmeyecek?”

“Ah, hayır benim sevgili sahibem. Senin kardeşin her halükarda aşkı, gerçek aşkı tanıyacak, fakat. fakat.”

“Hangi aşktan bahsediyorsun?”

“Çok sevilecek. Çok sayıda kadın onu arzulayacak ve onun için iç çekecek. Ona tapacak ve onu yüreğinde taşıyacak. Rüyalarında görecek.”

“Peki, o da sevecek mi? Onun yüreğinin içerisinde aşka yer olacak mı?”

“Tabii ki o da sevecek. Hem de çok. Olgunluğa eriştiği yıllarda sevecek. Büyük bir tutku ile sevecek. Bütün benliği ile sevecek. Gerçek aşkla, içtenlikle bir kadını kısa süreliğine sevecek.”

“Kısa süreliğine ne demek?”

“Eh. Aşk ateşi parlayınca, duyguların ateşi her iki tarafı da sarınca. ateş bacayı sardığında, ayrılık. ayrılık olacak, beklenmeyen, ümit edilmeyen çabuk fakat kaçınılmaz ayrılık.”

“Her şeyi birbirine karıştırdın a benim Hatice’m. Ya kendinde değilsin ya da şarap içmiş gibi anlatıyorsun. Büyük aşk ve olgun yıllar, yoğun hisler ve ayrılıktan bahsediyorsun. Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum.”

“Ben hiçbir şeyi karıştırmış değilim sevgili hanımım. Her şey gün gibi apaçık ortada. En ön safta güzel, genç bir kadın. O da onu çok, pek çok seviyor. Hatta nikâhlı karısından daha fazla seviyor. Ben bunu görebiliyorum, bir yanlışlık yok.”

“Hangi kadını sevecek Hatice, hangi kadını? Yoksa kendi karısını sevmeyecek mi?!”

“Hiç istemesem de seni üzeceğim hanımım. O, kendi hanımını sevmeyecek. Onunla uzun süre birlikte yaşayacak fakat onu yürekten sevmeyecek. Beni iyi dinle hanımım: Hem de başka bir kadını, gizlice ve fırtınalı bir aşkla sevecek.”

“Peki, neden kendi aşkını başkalarından gizleme gereği duyacak?”

“Mecburiyetten.”

“Neden mecbur olacak? Bir kadını sevdiğini niçin başkalarından gizlesin ki?”

“Bunu sana nasıl anlatsam. Onun o aşkı. Âşık olacağı o kadın. aklını başından alacak. Kendisinden yaşça çok genç olacak.”

“Ne var bunda?”

“Bu kadın uygun olmayacak.”

“Ne demek istiyorsun?”

“Yalnız olmayacak, kocası, kocası olacak. Uygun olmayacak. Anlıyorsun değil mi?”

“Sana inanmıyorum Hatice. Kardeşimin başkasının karısına âşık olacağına inanmıyorum.”

“Ben onda bunu görüyorum. Bir yanlışlık yok. Sen de orada onun yanında olacaksın. Gözlerini iyice açacak olursan, durumu fark edeceksin.”

“Peki, ben nasıl fark edeceğim?”

“Aşk gizlenebilecek bir şey değildir.”

“Bütün bu anlattıklarından emin misin?”

“Tabii ki! Bütün bunlar olacak:

“Her şey, kader gününün mutlak hâkimi, esirgeyen ve bağışlayan, her şeye kadir, bütün iyiliklerin sebebi olan Allah’ın inayetiyle olacaktır, şükretmemiz lazım/”

“Bırak bunları, şimdi sen bana, o şeytan gününün, o kader gününün, bu aşk yüzünden geleceğini mi söylüyorsun?”

“Hayır, bu aşk yüzünden gelmeyecek, fakat bu aşk doruğa ulaştığında gelecek. Senin kardeşin, yaşamında gerçekten en mutlu olduğu zamanda gelecek. Ve hiç kimseler bunu ümit etmediği zaman gelecek.”

I. BÖLÜM

KONSTANTİN

İsteyiniz ve istediğiniz size verilecektir, arayınız ve aradığınızı bulacaksınız, kapıyı çalınız ve kapı size açılacaktır.

11. Yev. Luka’ya göre, 57. 9.

“Ben, Olivera, Despot Stefan’ın kız kardeşi, Sırp Kralı Lazar’ın ve Kraliçe Miliça’nın kızıyım.” Aynı cümleyi birkaç kez tekrar edip duruyordum.

“Peki ya sonra.” diyen Konstantin, oldukça sakin görünüyordu.

“Ben Olivera, Despot Stefan’ın ablası ve Lazar’ın kızıyım.”

“Miliça’nın,” diye ilave ediyor, gülümseyerek.

“Miliça’nın, hem de büyük bir sevgiyle doğurduğu,”

“Hem de dört kız kardeşten sonra,”

“Ebeveynlerimin, erkek veliaht Sırp Prensi doğacak ümidiyle beklemelerine, arzularının gerçekleşmemiş olmasına rağmen.”

“Bunları şimdi yazdım zaten,” sabırsızlığını belli ederek araya girdi Konstantin. “Haydi, devam edelim.”

“Ben Olivera, hayır. Bugün daha fazla devam edemeyeceğim.”

“Ama daha yeni başlamıştık.”

“Önemi yok. Bugün yapamayacağım.”

“Peki, o halde yarın devam ederiz. Yarın çalışırız. Yarın daha iyi olur.”

Birkaç gündür hep aynı şekilde temmuz ayının yakıcı sıcaklığı altında, Belgrad Kalesi’nden çıkıp sabahtan itibaren beni büyük bir sabırla kütüphanede bekleyen Konstantin’in yanına gidip geliyordum.

Bu yaz, Stefan’ın da beni desteklemesi üzerine Konstantin’e, gençliğimizde yaşadığımız bazı anılarımızı, kutsal Sırbistan toprakları üzerinde yer alan Kosova Ovası’nda yaşanan o büyük savaşın öncesini ve sonrasını, Sırp tarihinde yaşanan o ağır ve kötü dönemi, bizden sonraki Sırp neslinin unutmaması için anlatmak istiyorum. Yine bu olanlara bağlantılı olarak, en büyük Sırp trajedisinin sembolü olan kahramanlık, ihanet ve fedakârlık gibi olguların…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yenik ve Yalnız

Editor

ABDÜLHAMiD’İN KURTLARLA DANSI

Editor

Honoré de Balzac – Mutlak Peşinde

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası