Bir gün vardı, bir saat vardı, bir an vardı hikâyemiz de.
Bir şey olmuştu da ben bir yere çarpmıştım.
Yoksa sen mi bana çarpmıştın?
Yoksa bana kamyon mu çarpmıştı?
Hatırlayamadım!
Zaten ayrıntıları önemli değil bu anlattıklarımın, önemli olan tek şey, sonu bu paragrafın.
Yerde yatıyordum bir an. Tenimde bir yara açılmıştı kocaman. Kesilmiş miydi ne bir yerim? Belki çok kullanılmış ve sonra sokağa atılmış bir jiletin tam üstüne düşmüştüm! Sıcaktı daha yaram. O yüzden anlayamadım. Tenimden kemiğime, oradan da iliğime doğru hızla ilerliyordu içime doğru, neyse bana olan. Kanım akıyordu buz gibi bir taşa, kan kaybediyordum. Gözlerine baktım bir an.
Hani tam gözlerimi kapatmadan önceki son an.
Sen beni ölmeye bıraktın..!
BEN BİR KEDİYİM
Yakamozları öldürelim
“Yakamozları sayalım!”
“Olur.”
“Yakamozları sayamayız be salak!”
Durmadan uzaklara gidiyorsun. Her gün biraz daha uzağıma düşüyorsun. Nasıl kıyıyorsun bana anlamıyorum ama insanız biz. İnsanız; kıyarız, kıyım kıyımız.
“Yakamozları seyredelim!”
Uzaklaştıkça benden, ben de uzaklaşıyorum senden. Artık korkmuyorum mezarlıkların yanından geçerken. İçlerine kadar giriyorum hatta. Uzun yürüyüşler yapıyorum yalnız mermer taşlarının arasında. Onların yalnızlığına bırakıyorum seni, kork diye! Mezar taşlarını okuyorum. İçim bir tuhaf olmuyor. En kimsesiz hayat hikâyelerini uyduruyorum her birine. Bir salyangozu alıyorum avuçlarıma, o da korkuyor ölümden ne tuhaf. Oysa ben, ya ben, öyle korkmuyorum ki, ölüm aklıma bile gelmiyor…
“Yakamozlara değelim!”
Uzadıkça günler, uzadıkça zaman, sanki hiç tanımamışım gibi oluyorum seni. Artık korkmuyorum karanlıktan. Işıkları söndürüp giriyorum yatağa. Saatlerce uyumuyorum. Karanlığa dikiyorum gözlerimi, karanlık deliniyor. Ne korkunç düşler kuruyorum, ne cinler, ne şeytanlar geçiyor aklımdan. Öylesine korkmuyorum ki, hiçbiri gelmiyor.
“Yakamozları düşünelim!”
“Olur”
Uzaklaştıkça benden, uçuyor beynim, aklım başımda değilim ama aldanma; bir yolunu bulur, 180 derece dönerim.
Çabuktur düzelişlerim. Altınım, çamurlanmış olabilirim. Hele bi gelsin yağmurları şehrimin…
“Yakamozlara küfür edelim.”
Bu halim içini acıtmıyor bilirim. Hem zaten ben, acınılmamayı tercih ederim. Gururum var benim. Sayende son öğreneceklerimi de öğrendim, hepsini not ettim, cebime diktim. Bu, yediğim ilk kazık değil sevgilim…
“Yakamozlara derdimizi dökelim!”
Yokluğum benim! Yanlış anlama, sana hâlâ âşık değilim. Haksızdın, eziyet ettin. Ben zaten eziyetliydim, bir de sen ağır geldin. İçliyim ben, içime ettin! Lütfen çıkıp gider misin? Ah bu gidişlerin! Yakamozlar gibisin.
“Yakamozları düzelim!”
Dert vardır, dert vardır kardeşim. Her derdin kendine göre dermanı vardır. Her şeyin çaresi doğadadır. Bitkiler süs değildir. Al bir tutam kaynat pişir, aç karnına iç, daha etkilidir.
“Yakamozları sıraya dizelim!”
Mücadeleci bir ruha sahipsen denenirsin. Bu kaçıncı denenişim benim. Bir türlü rahata eremedim. Gözetliyor Tanrı beni, sınanıyorum ama yenilmeyeceğim. Gözlerimi her kaldırdığımda gökyüzüne, Tanrının kahkahasını duyar gibiyim.
“Yakamozları güldürelim!”
Büyürken sessizliğim, artıyor dayanıklılığımda ve acımasızlık hüküm sürüyor artık vicdanımda. Kaskatı kesiliyor bedenim, hissetmiyor artık acıyı ve dualar da yoruldu!
“Yakamozlara dua edelim!”
Uzadıkça günler, günler uzadıkça, sakızlaşıyor içim. Sahi sen miydin, sevmiş miydin? Buzdan bir kaleye dönüşüyor içim…
“Yakamozları çözelim!”
Bir gün nasılsa geleceksin. Kesişeceğiz bir yerde. Kaderimiz bu bizim. Sana biriktirdiğim anılarım var, duyunca çok güleceksin, gülerken öleceksin…
“Yakamozları öldürelim!”
Erkek Dediğin Kadından Daha Kaslı
Ne hızlı, ne ani! An meselesi, an!
Şimşek gibi çaktı gecenin karanlığına varlığın. Ben karanlıktan korkarım! Belki de baştan beri yanlıştı, yanlıştım, yanılmıştım… Ben, her yanlışı düzeltmekten yanayım. Hangi zaman geç kalınmış?
Hızlı ve zorlayıcı! Kendini kabul ettirmek istediği, buyurgan halinden belli. Ve Tanrı erkeği de yarattı; erkek dediğin, kadından daha kaslı!
Geç kalınmış bir şey yoktur. Her şey tam zamanında olur. O zaman, içinde olmalıyım tüm varlığımla bu yanlışlığın. Bu saplanıp kaldığım ama kurtulmak için çabalamadığım, evet bu tuzak, bu ölümcül an, avcı sensin; ellerindeyim… Aylar oldu bu altın kafesteliğim. Anlamıyor musun beni bırakıp gittiğin geceler, hani gidiyorsun ya kendi sığınağına, yuvana, hani ben yuvasızım ya, şehir çökmüş gibi oluyor omuzlarıma. Düşünsene şehrin bütün evleri, arabaları, bütün kadınları, erkekleri, çoluk çocuğuyla üstümde… Nasıl baş ediyorum sanıyorsun bu adı konulamayan, bu ikincil, bu tatsız duyguyla. Bilmek istemezsin!
Ne kadar tanıyacaksın beni. Garip noktalarıma parmak basıyorsun. Parmağın tenimi delip, en derin yerime kadar, bir girdabın içine sürüklercesine seni, içime çekiyor. Belki de avcı benim!
Ama aşk ne olursa olsun, ne kadar olursa olsun, ölümsüz aşklar yaşamak gibi bir misyonum yok benim bu dünyada. Başka, çok daha başka… Yollar uzun, yollar kısa, yollar açılıp kapanmakta, yollar kaygısız… Ölümlü dünya…
Aslında ben neden burada olduğumu ve ne yapmaya çalıştığımı da anlamıyorum ama vakit de hiç fena geçmiyor. Olduğum yer dünya ve sen, hayat seni verdi bana. Ben, ben; sana âşık oldum galiba. Hani bir akşam saatiydi, benim dünyayla iletişimim kesilmişti, kapanmıştı hayatımın bütün web siteleri ve sen hani, hiç ilgilendirmiyormuşum gibi sanki seni görünmeye çalışıyordun ya, etrafımızda başka masalar ve bir sürü başka insanlar daha vardı. Balıkları ölüme mahkûm eden acımasız ağlarla örülü dekorların arasında, ağlara iliştirilmiş, kurutulmuş birkaç denizyıldızına gözlerim takılıp, takılıp duruyordu ya, ben, ben sana âşık oldum galiba. Aşkın doğrusu seninle yaşanmalı eğer varsa. Ölümlü de olsa nefeslerimiz, bizi bize bağlayanın bir bildiği vardır mutlaka. Aşk; sahip çık bu duyguya, bu duyguyu erkekçe kavra. Büyü bozulmaya gelmez inan. Avcı, avının boğazına dişini geçirmeye görsün bir kere, akıp gider kan, yolunu şaşırmışçasına. Bir gün, içimizden biri ölümcül bir hata yaparsa, işte o zaman, o zaman işte, misketlerimi de, başımı da alır giderim ama bazı şeyler ben misketlerimi alıp gitsem de bitmez sevgilim!..
Bu bir oyun muydu yoksa, oyun muydu benim saatlerdir, günlerdir, aylardır ciddiye aldığım, paraladığım kendimi, oyun muydu yoksa?
“Uyan kızım uyan, bu kaçıncı rüya…”
Tutmayın. Düştüğüm her ne ise kaldırmaya da kalkmayın. Kalbimi de kaldıramazsınız ya! Şehirse ruhumu asla.
Önce bir aşk yazdım aynaya, sildim, bir daha yazdım, sildim, bir daha… Gerçeğin ta kendisiymiş gibi inandım kendi yalanıma. Doğru ya, aşkın hammaddesi bulunsaydı dolara dönerdi dünya. Tamam uzatma, paralama artık kendini, parçalama, nefesini tüketme boşuna, çek git, çık git, defol git. Yaşanan her ne ise, sonu gelmişti mutlaka. Bu ağrılı, sancılı geçişin sebebi sen olamazsın ya tek başına.
Bir gün, uyuyup bir çocuk gibi uyanmak istiyorum. Bana çocukluğumu verecek olan her ne ise, uğruna kadınlığımdan vazgeçeceğim. Beni ona döndüren duyguda kalıp, onunla orada yaşlanıp öleceğim. Onun kadar masum, onun kadar kusursuz…
Kızıyorum aslında bizi bizde tutamayan hislere. Belki de kusur bende. Ama bu karmaşık alt yapının sebebi de ben olmam ya tek başıma. Dünyanın çivisini kim çakmış? İlk façayı atan kim suratıma?
Savaş var dünyamda, ülkemde, şehrimde, sokağımda, insanların arasında. Bilimkurgu bir film seyrediyor gibi gözlerim, inanmakla inanmamak arasında. Haklı olduğunda kavgadan korkma demişti atalarım. Haksız bir savaşın askerlerinin ağzında evrim geçirdi ataca sözler. Limon kaça? Sulu… İri… Kaça? Dünyayı kaça satarsınız bana? Yollar kaça?
“İyi mal, satanındır…”
“Hop, hişşşt, anandır!”
Kendime ettiğim küfürlerin bini bin para. Eğer istiyorsan hâlâ beni, nelerle savaşmak zorunda olduğunu anla!..
Düşüncelerim uçuşkan, her zamanki gibi, eterik yani! Ya aşk, senin verdiğinden fazlaysa ve ben yetinmek istemiyorsam daha azıyla. Ben aslında delinin biriysem, manyaksam, seni her gittiğimiz yerde rezil edersem, ben göründüğümden daha çoksam, saklıyorsam az da olsa bir şeyleri, sandığından daha azsam, eksiksem, hiç yoksam, falan, filan…
Ruhum akışkan!
Kaç Karmaşık AN
Bir soldum, bir açtım, bir vardım, biraz’dım… Ve sen, her ne kadar konunun dışındaymış gibi görünsen de, içimdesin! Hislerimce, sen bütün zamanlarımın en anlamsız rastlantısıydın. Hiçbir rastlantı yok aslında anlamı olmayan. Şimdi şu anda, doğru bir yerden yeniden başlamalıyım.
Her zaman yürümek için bir yol var; her zaman çıkılacak bir yokuş, her zaman gülünecek bir an, her zaman başa çıkılacak bir korku…
Unutamayacağım tek şeydir kelimeler. Şu kulağıma fısıldadıkların; kısık kısık, kesik kesik, açık seçik… Uyuşuyorum anımsayabildiklerimin dozunda. O yüzden işte, anlatımlarımın arasındaki kopukluklarda toparlayamadığım sensin hâlâ. Bir sen varsın, bir de başkaları, gidip geliyorum aranızda!
Sen, hangi mevsimiydin yaşamın? Neyse, fark etmez, ben dört mevsimi aynı anda yaşarım. Biraz çatlaktır toprağım. Su, su; su’ ya değil, aşka tüm kuraklığım. Aşk’ım; yaramazlığı soldu içimin, düştü kan seviyem, kahkahası silindi gülüşümün. Senden sonra, çok yürekten kahkahalar atmadım. Attıklarım tutabilecek seviyedeydi. Bak gözlerimin içine, içinde hüzün; şişede balık gibi yüzmekte.
Büyüdüm mü ne? Keder mi yerleşti uzuvlarıma? Ondan mı ağırlaştı hareketlerim son günlerde? Hadi canım ben de! Aslında sen değilsin baştan beri paraladığım kendimi uğruna. Benim ben! Sorguladığım da sen olmadın senden sonra aslında. Kendimden çok seni düşündüğümü sanmıştın ya; ne kadar da safsın. Sen herkes gibi, herkes kadar, herkesten azsın!..
En uzun ayrılık acısı ne kadar sürer ki?
Kaç zaman, kaç ay, kaç yıl ya da an.
Kaç karışık an?
Uzun sürmez hiçbiri; çeker gider, bir zamanlar geldiği gibi kararlı ve ani. Bir anda terk eder hasret içini, boşalırsın. Bir anda fark edersin artık gideni düşünmediğini ya da acımasızca gönderdiğini. Aslında senden ne kadar uzağa gidebilir ki bir zamanlar yaşamının herhangi bir anına damgasını vuran? Gider işte, hayat böyle…
En uzun ayrılık acısı…
Kaç karışık an?
Ayrılıkların üzerinde durmuyor artık zihnim. Oyalamıyor artık kendini. İçim başka şeylere karışık. Bu yaralar senden değil, senden kalmadı hiçbir izim. Başka şeylere başka!.. Her an, her saniye oynaşıp duruyor zihnim, karmaşık bir labirent gibiyim. Hani bir zamanlar hani, neye dönerdi dünya? Dönüyorum yine zaman zaman cevabı olmayan sorulara. Bazı hislerin açıklaması yoktur ya, bazı sorular da anlamsızdır bir yerden sonra. Hayat cömert. Hayat, en kısa zamanda bırakır birini avuçlarına, sonbahar yaprakları gibi yumuşacık bir kayışla…
Aşk ince bir mevzu! Aşk, içgüdülerle yaşanması gereken bir duygu… Ama insanoğlu evrimleşeli çok oldu. Başka hiçbir derdim yok mu sanki benim? Var! Bir sürü… Ama aşka çözülmeliyim önce; düğüm düğüm… Yanlış zamanlarda atılmış her ilmiğe, ayrı ayrı muamele etmeli!.. Duygularım, zincirinden boşanmış vahşi bir hayvan gibi. Anlamıyorsam güzel sözlerden, yumuşak bakışlardan, hoş sürprizlerden, anlamıyorsam üstüme üstüme titremenden, o zaman şiddet uygula bana! Tarzını değiştir, bakışını değiştir, stilini değiştir. Değiş, değiş, değiş, tokuş! Hayat zor bir yokuş! Tırman, terle, ter içinde kal, tırmala… Bunların benimle bir ilgisi yok. Aklıma geldi sadece. Benim aklım geniştir, her şey gelir.
Bugün Pazar! En sevdiğim ay!..
Bulmam gereken tek şey, seyredilmeye değecek bir kanal. Ağlamamaya yeminliyim bu gece, Türk filmlerinin acıklı sonları dışında. Hah! Buldum! Kanalın birinde konser var tüm ihtişamı ve hışırtısıyla. Tarkangiller familyasından biri. Ölüyor şehrin kızları; oğlanları fesat. Ben kırıtan erkek kısmına pek prim vermem. Hem ben ölüyor muyum hiç, ayılıp bayılıyor muyum öyle 18’lik kızlar ordusu gibi? Tabii, ben olgun çağımdayım, kendimi uzaktan sevmelere yakıştırdım. Onu canım, aman o işte! Oh be, söyledim gitti. Bilsin hınzır aklını aldığını milletin. Bilsin de bakmasın öyle şefkatli, şefkatli 65 milyon insanın gözüne, gözüne… Ben o 65 milyondan biriyim!
Benimsen gel, farklıysan gel, değişik bir üslubun varsa gel. Kimsenin kullanmadığı, gece gezmelerinin tüketmediği kelimelerin varsa haznende, benim için hazinelerin varsa, bugüne kadar saklı tuttuğun içinde, gel. Yoksa hiç zahmet etme. Zorum ben zor! Dönemeçli yollarım var; kargacık burgacık sapaklarım, uzun ince patikalarım, taşlı tozlu dağ yollarım, fırtınalar koparmaya hazır sularım, gelgitlerim, gidip de dönemediklerim, dönüp de kalamadıklarım. Baştan kokan balıksan giremezsin mutfağıma. Biraz, bilmece gibi bir şey olmalısın. Çözüm çözüm işte. Beynimin içine etmelisin anlayacağın. Kalbime daha önce ettiler! Beni, daha önce hiç sevilmediğim gibi seveceksen gel. Dikkat edersen “hiç sevilmediğim kadar” demedim, “gibi…” dedim. Aklımı karıştır, içimi bulandır beynimi çalıştır, heyecanımı arttır. Kasıklarımdan karınca orduları harekete geçsin, ayaklansın tenimde. Dünyanın kaç bucak olduğunu unuttur. Bir tek aşk kaldı sansın beyin merkezim. Ne kirlilik, ne ölü balıklar ne de Bizans oyunları, hepsini, hepsini, uçur, zapla!.. Buldum! Anne beni televizyon çocuğuna ver! Olmaz ama o çok kısa. Zaten benim dünyam, pa… ram… par… çaaa a,aaaaa, paramparça…
“Hişt… kızım dağılma.”
Peki, parçalarımı topluyorum. İyi de, puzzle’ ın en nadide parçası şeyde kaldı, şeyde, şey işte… Tamamlanamıyorum anlasana. Anne, babama anlatamayacağım dertlerim var. An… la… sa… na. Büyümeyen çocuk gibiyim. Beni yine kandırsana! Bir cenin halinde, yine rahminde saklasana… Duymak istediğim şeyleri konuşup duruyorlar beni çıkartıp attığın bu dünyada. Nereye kadar tıkayabilirim kulaklarımı, nereye kadar kapatabilirim gözlerimi, nereye kadar koruyabilirim kendimi? Herkesin gözünde bir satır, sözlerin ucu bilenmiş. Anne, yüreğime kıyıyorlar anlasana…
Bugün Pazar! En sevdiğim renktir Pazar. Pardon en sevdiğim elbisem! Tabii ki siyah, yine siyah. File çoraplarımı gören oldu mu? Ayakkabımın topuğu hangi geçen ay kırılmıştı? Neyse duş, sular bulanık, pardon kesik! Hazırlanmalıyım, köprüden geçmeliyim. Bugün Pazar, en sevdiğim ayrılık!
“Düşünüyorum…”
“Varım… “
“Ben de varım…”
“Ben zaten vardım…”
“Ben de olacağım.”
“Ben bazen, yok oluyorum!”
Çok yol kat ettik seninle. Güldük, ağladık, ağlaştık, sümükleştik, oynaştık, uykusuz kaldık, gözlerimiz kanlandı, yüreğimiz çamurlandı, bazen aydınlıktık, bazen ise, geceyi koynumuza alıp yattık.
“Sonuç?”
“Varız işte yetmez mi?”
“Ben yokum”
“Bana yetmez”
“Bana da”
“Ben birazdan geleceğim”
“Hadi ya!”
Köprüden geçişimde, havayı her içime çekişimde, burnumu çekişimde, ağlıyor gibi oluyorum. Hüzün var içimde, hüzünlüyüm. Yaşamın sarhoşluğunda başım dönse de, hüzünlü bir dönüşüm var benim…
“Dönüyorum…”
“Ben de!”
Anlamı var sanmıştım her yaşadığımın. Her gördüğüm, her dokunduğum, her seyrettiğimin. Şimdi sen, en anlamsız olanımsın.
“Benim de!”
Bir cami duruyor denizin üzerinde. İki minaresi var. Bir gemi geçiyor önünden, salım salım. Anlamlıyım… Oysa sana anlatmak istemiştim camiyi, iki minaresini, geçen gemiyi… Gördüğüm, duyduğum, seyrettiğim her şeyi. İçinde olduğum, kendimi dışında tuttuğum her şeyi. Yaptığım hatalardan, yapacaklarımdan, sana saklanmak… Acele edercesine yaşadığım bu dünyada, kendimce doğrularımın sana uygunsuzluğunda bile, yanımda ol istemiştim bencilce.
“Dünya yuvarlak!”
“Bence de!”
Kayıp değil mutlaka, artık olmayışın. Ben, bildiğim gibi devam ediyorum yoluma. Bir tek aşk dönmüyor ya dünyada. Sınırlarımı zorlayacağım, beyin kıvrımlarımı zaten çok zorladım.
“Tabii ya!”
“Ama sen de bi sus aaaa…”
Anlıyorum sizi, aynı dili konuştuklarımı. Diğerlerini mi? Onları da seviyorum, yetmez mi? Yoksa cani mi sanmıştınız beni? Ben bir sivrisineği bile öldüremem ki. Kıyamam bir dalın yaprağına bile. Tüm keskinliğim kendime. Bazen de sana… Varsayımların, kendine göre haklılıkların, suçlarım, günahlarım, ah şu uzaktan asmaların…
Üstünde durulan her şey konuşulmaya değerdir oysa. Sen de benim üstümde durmamış mıydın? Ayağını çektin diye, durmuşluğun mu yok oldu?
“Yazar gibi bakma bana!”
“Yazarlar nasıl bakar?”
“Biraz deli, biraz çocuk, biraz bilge ama anlamlı.”
“Neden?”
“Çünkü doğurgandırlar.”
“O zaman anneler de öyle bakar.”
“Evet.”
“Mutlaka.”
“Katılıyorum”
“Ben de.”
“Ben kararsızım.”
Kaç kişiyiz bu arada? Her kafadan bir ses… Konuşun, istediğiniz kadar çok konuşun. Korkmayın efendim bir bok yapamaz o.
“Kim o?”
“Kim okuyorsa!”
Hah! Buldum! Tanıdım uzaktan da olsa. Denize düşmüş, denize! Puzzle’ın en nadide parçası. Dibi boylamış, denizin azgın sularına gömülmüş. Kaybolan puzzle taşı yaşamımın… Tamamlanamıyorum an… la… sa… na!
Köprüden geçerken her akşam beşte, saygı duruşunda duruyorum kendime!…