BÖLÜM I
EVDEKİ ÖLÜMLÜLER
Bu Noel öyküsüne konu olan evle ilk tanışmam, hayaletli öykülerin bilinen koşullarında ya da alışılagelmiş hayaletli ortamlardan birinde olmadı. Evi gün ışığında, üzerinde güneş parlarken gördüm. Görünürde, evi korkutucu gösterebilecek rüzgâr, yağmur, şimşek, gök gürültüsü ya da başka türlü bir tuhaf durum yoktu. Dahası, eve doğruca bir tren istasyonundan gelmiştim. Ev, istasyondan yaklaşık bir mil uzaklıktaydı ve evin önünde durup geldiğim yola baktığımda, yük treninin vadideki toprak set boyunca kayarcasına ilerlediğini görebiliyordum. Her şeyin tamamen sıradan olduğunu söylemeyeceğim, çünkü siz tamamen sıradan biri değilseniz herhangi bir şeyin size sıradan görünebileceğini pek sanmam. İşte burada kendini beğenmişliğim devreye giriyor, ama evin, herhangi birine de bana güzel bir sonbahar gününde göründüğü gibi görünebileceğini kabul edebilirim
Bu konuya yaklaşım tarzım buydu.
Kuzeyden Londra’ya doğru yolculuk yaparken, yolda durup eve bakmaya karar verdim. Sağlık durumum geçici bir süre kırsal kesimde yaşamamı gerektiriyordu. Bunu bilen ve daha önce bu evin yakınından geçmiş olan bir arkadaşım bana buranın uygun bir yer olduğunu ileri süren bir mektup yazmıştı.
Gece yarısı trene bindim ve uyuyakaldım, sonra tekrar uyandım ve pencereden kuzey ışıklarını seyrettim. Sonra tekrar uyuyakaldım ve uyandığımda her zamankine benzer şekilde, sanki hiç uyumamışım gibi hoşnutsuz bir duyguyla sabah olduğunu fark ettim. Utanarak söylüyorum ki, bu durumun sebep olduğu sersemliğin de etkisiyle, bütün gece boyunca hiç uyumadığım konusunda karşımda oturan adamla zorla bahse bile girebilirdim.
Karşımdaki adam bütün gece harıl harıl, hiç bitmeyecekmiş kadar işle uğraşmıştı. Bu mantıksız davranışına ek olarak (ondan da sadece bu beklenirdi) elinde bir not defteriyle bir kalem, sürekli bir şeylere kulak kabartıyor ve notlar alıyordu. Önceleri bu sinir bozucu notların trenin sarsıntılarıyla ilgili olduğunu düşündüm ve eğer bu seslere her kulak kabarttığında gözlerini başımın üzerine dikmeseydi kendisinin de bir inşaat mühendisi olduğunu varsayarak onu hoş görebilirdim. Şaşı, yüzünde şaşkın bir ifade olan biriydi ve davranışları giderek tahammül edilemez bir hal almıştı.
Soğuk ve cansız bir sabahtı (güneş henüz yükselmemişti) ve pencereden dışarı bakıp demir rengini almış doğanın soluk ışıklarını ve benimle yıldızlar arasına, diğer bir deyişle benimle yaşam arasına çökmüş ağır sisi izlerken, yolculuk arkadaşıma dönüp şöyle dedim:
“Afedersiniz bayım, ama bende farkettiğiniz özel bir şey mi var?” Çünkü, gerçekten de cüretkâr bir ihtimamla şapkamı ya da saçlarımı inceleyip bir yere not ediyormuş gibiydi.
Şaşı adam gözlerini sanki vagonun arkası yüzlerce mil uzaktaymış gibi odakladığı arkamdaki uzak noktadan uzaklaştırdı ve değersizliğim karşısında yüce bir acıma duygusu beslermiş gibi şöyle dedi:
“Sizde mi beyefendi? –B.”
“B mi?” diye sordum meraklanarak.
“Sizinle bir meselem yok beyefendi,” diye yanıtladı adam. “Lütfen sesleri dinlememe izin verin – O.”
Kısa bir duraksamadan sonra bu sesli harfi telaffuz etti ve not etti.
Başlangıçta biraz korktum, çünkü yanımda bir ekspres delisinin olması ve kondüktörün ortalarda olmaması ciddi bir durumdur. Ama sonradan, adamın son günlerde Rapper olarak adlandırılan, (içlerinden bazılarına) çok saygı duyduğum, ama inançlarına katılmadığım bir mezhep üyesi olabileceği düşüncesi beni rahatlattı. Tam bunu soracaktım ki lafı ağzımdan aldı.
“Eğer sıradan insanlar gibi basit davranmıyorsam,” dedi küçümseyici bir tavırla, “beni bağışlayın. Geceyi de şimdilerde hep yaptığım gibi ruhsal iletişim içinde geçirdim.”
“Hımm!” dedim oldukça ters bir şekilde.
“Gece görüşmeleri…” diye devam etti adam, defterinden birkaç sayfa çevirerek, “Şu mesajla başladı: “Kötü arkadaş iyi huyu bozar.”
“Haklısınız,” dedim. “Ama bu düşünce tamamen yeni mi?”
“Ruhlardan yeni geldi,” diye cevap verdi adam.
Sadece o ters tavrımla yine, “Hımmm!” diyebildim ve ruhların ona en son ne söylediklerini sordum.
Adam defterine yazdığı son cümleyi büyük bir ciddiyetle okudu, “Eldeki bir kuş saldaki iki kuştan daha değerlidir.”
“Gerçekten ben de aynı fikirdeyim,” dedim. “Ama doğrusu, dal değil midir?” diye sordum.
“Bana sal olduğu söylendi,” diye cevapladı adam.
Daha sonra bu özel açıklamanın kendisine Sokrates’in ruhu tarafından gecenin bir yarısı yapıldığını söyledi. “Dostum, umarım iyisinizdir. Bu yolcu vagonunda iki tane var. Nasılsınız? Burada on yedi bin dört yüz yetmiş dokuz ruh var, fakat siz onları göremezsiniz. Pisagor burada. Kendisi bunu söyleme özgürlüğüne sahip değil, ama yolculuktan hoşlandığınızı umuyor. Aynı şekilde Galileo da bilimsel zekâsıyla aramıza katıldı. ‘Seni gördüğüme sevindim amico. Come sta? Su yeterince soğuduğunda donar. Addio!’ diyor.” Ayrıca gece boyunca şu olaylar da meydana gelmişti: Piskopos Butler, ismini “Bubler” olarak telaffuz etmekte ısrar edince yazım ve ahlak kurallarına aykırı davrandığı ve huysuz biri olduğu gerekçesiyle geldiği yere gönderildi. Kasıtlı bir gizem yarattığı kuşkusunu uyandıran John Milton, Yitik Cennet’i kendisinin yazdığını inkâr etmiş ve bu şiirin Grungers ve Scadgingtone adlarında tanınmamış iki kişi tarafından ortaklaşa yazıldığını iddia etmişti. Ve İngiltere Kralı John’ın yeğeni Prens Arthur, Bayan Trimmer ve İskoç Kraliçesi Mary’nin gözetimi altında kadife boyamayı öğrendiği yedinci çemberin içinde oldukça rahat olduğunu açıklamıştı.
Bana bu açıklamaları yapan beyefendi farkında mıydı bilmem ama yükselen güneşin görüntüsünü ve sonsuz evrenin muhteşem düzenini düşünmeye başlamıştım artık ve anlattıklarından sıkıldığımı itiraf edersem beni bağışlayacağından emindim. Kısacası, bu konudan o kadar çok sıkılmıştım ki, bir sonraki istasyonda trenden inip bu sıkıcı lafları dinleme yerine gökyüzünün temiz havasını solumak beni son derece sevindirdi.
Trenden indiğimde dışarıda güzel bir hava vardı. Altın sarısı, kahverengi ve kızıl renkli ağaçlardan dökülen yaprakların arasında yürür ve etrafımdaki yaradılış harikalarına bakıp bu harikaları ayakta tutan sağlam, değişmez ve uyumlu yasaları düşünürken, adamın ruhlarla ilgili sohbeti bana bu dünyanın şimdiye dek gördüğü en sefil yolculuk hikâyesi gibi geldi. Kafamdan bu barbar düşünceler geçerken, ev görüş alanıma girdi ve evi dikkatlice incelemek için durdum.
Yaklaşık iki dönümlük, insanı hüzünlendirecek derecede bakımsız, kare şeklinde bir bahçenin ortasında tek başına yükselen bir evdi. II. George döneminden kalmaydı; Georgelar’ın dördünün de sadık bir hayranı tarafından arzulanabilecek kadar katı, soğuk, ciddi ve zevksiz bir görünümü vardı. İçinde kimse oturmuyordu, ama son bir iki yıl içinde, yaşanılabilir hale gelmesi için ucuz bir onarımdan geçmişti. Ucuz diyorum, çünkü onarım sadece yüzeysel yapılmış ve renkleri canlı olsa da boyası ve sıvası çürüyüp dökülmeye başlamıştı. Bahçe duvarına yaslanmış orantısız bir tahtanın üstünde evin uygun
koşullarla ve mobilyalı kiraya verileceği yazılıydı. Ev hemen yanındaki ağaçlar nedeniyle gölgede kalmıştı ve özellikle, ön pencerelerinin önünde oldukça hüzünlü bir hava yaratan, yer seçimi hatalı, altı uzun kavak ağacı vardı.
Bu evin insanların uzak durduğu bir ev olduğunu anlamak zor değildi. Evden yarım mil ötedeki bir köy kilisesi kulesinin çevresinde oturan köylülerin de uzak durduğu, hiç kimsenin satın almayacağı bir evdi bu. Doğal olarak bundan çıkan sonuç, evin perili ev olarak ünlendiğiydi.
Gündüz ve gecenin yirmi dört saatlik zaman diliminin hiçbir bölümü sabahın erken saatleri kadar özel değildir benim için. Yazları genellikle erken kalkarım ve kahvaltıdan önce günlük işlerimden birini yapmak için odama çekilir, etrafımdaki sessizlik ve yalnızlıktan da en çok bu anlarda etkilenirim. Uyuyan tanıdık yüzlerle çevrilmiş olmanın verdiği berbat his bir yana –sevdiğimiz ve bizi seven insanlar, varlığımızdan tamamıyla habersiz, duygusuz bir halde ve bir gün hepimizin gideceği o gizemli dünyanın bekleyişi içindedirler– askıya alınmış yaşamlar, dünle kopan bağlar, terk edilmiş koltuk, kapanmış kitap, ya da yarıda bırakılmış bir iş, hepsi ölümü çağrıştırır bize. Bu anın sükûneti aslında ölümün sükûnetidir. Renkler ve soğuk aynı çağrışımı yapar. Ev eşyalarının gecenin karanlığından sabahın aydınlığına çıktıkları anda büründükleri, çok eskilerde kalmış ‘yeni’likleri, insanların olgunluğun ya da yaşlılığın yıprattığı yüzlerinin ölümle birlikte eski genç görüntüsüne bürünmesini akla getirir. Dahası, bir keresinde bu saatlerde babamın hayaletini görmüştüm. Canlı ve iyi görünüyordu. Normalden farklı hiçbir şey yoktu, ama onu gün ışığında, yatağımın yanındaki bir sandalyede sırtı bana dönük otururken görmüştüm. Elini başına dayamıştı ve uyukluyor mu, yoksa bir şeye mi üzülüyordu, seçememiştim. Onu orada görmüş olmanın verdiği şaşkınlıkla, önce oturdum, sonra pozisyonumu değiştirip yataktan uzanarak onu izledim. O hareket etmediği için onunla birkaç kez konuştum. Hâlâ hareketsiz durmaya devam ettiği için endişelendim ve elimi omzuna koyduğumda, aynen tahmin ettiğim gibi oldu; orada hiçbir şey yoktu.
Bütün bunlardan ve daha kolay ve açık bir şekilde anlatılamayacak diğer nedenlerden dolayı, sabahın bu erken saatlerinin, ruhlara en yakın olduğum saatler olduğuna karar verdim. Sabahın erken saatlerinde benim için her ev az ya da çok perilidir ve perili bir ev sadece bu saatlerde işime yarar.
Kafamda bu terk edilmiş ev düşüncesiyle köye doğru yürüdüm ve küçük hanın sahibini, kapısının önünü süpürürken buldum. Kahvaltı ısmarladım ve ev konusunu açtım.
“O ev, perili mi?” diye sordum.
Han sahibi bana baktı, başını salladı ve “Bir şey söyleyemem,” diye cevap verdi.
“Demek ki perili?”
“Pekâlâ!” dedi han sahibi yüksek bir sesle, çaresizliğin verdiği bir dürüstlükle ve devam etti: “Ben olsam o evde uyumazdım.”
“Neden?”
“İnsan ancak bir evde zil çalacak kimse yokken zilin çalmasını, kapıları çarpacak kimse yokken kapıların çarpmasını ve ortalıkta kimse yokken ayak sesleri duymak istiyorsa, işte o zaman,” dedi han sahibi, “o evde uyuyabilir.”
“Evde bir şey görülmüş mü?”
Han sahibi bana tekrar baktı ve az önceki çaresiz yüz ifadesiyle ahır avlusuna doğru seslendi: “Ikey!”
Bu çağrı üzerine geniş omuzlu, yuvarlak kırmızı yüzlü, kısa sarı saçlı, oldukça geniş gülünç bir ağzı ve kalkık bir burnu olan ve üzerine uzun kollu, mor çizgili, sedef düğmeli, uzuyormuş gibi görünen ve eğer kırpılmazsa onu baştan aşağı saracakmış gibi duran bir yelek giymiş genç bir adam yanımıza geldi.
“Bu beyefendi,” dedi han sahibi, “kavaklarda herhangi bir şey görünüp görünmediğini öğrenmek istiyor.”
“Kukuletalı, baykuşu olan bir kadın,” dedi Ikey canlı bir ses tonuyla.
“Çığlık mı atıyordu?”
“Hayır bayım, Başkuşu vardı.”[1]
“Kukuletalı, baykuşlu bir kadın! Aman Tanrım! Onu hiç gördün mü?”
“Baykuşu gördüm.”
“Kadını hiç görmedin mi?”
“Baykuş kadar net değil, ama hep birliktedirler ikisi.”
“Kadını da baykuş kadar net gören biri olmuş mu?”
“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”
“Kim?”
“Tanrı sizi korusun efendim! Bir sürü insan!”
“Örneğin yolun karşısında dükkânını açan şu tüccar görmüş olabilir mi?”
“Perkins mi? Tanrı sizi korusun, Perkins oraya yaklaşmaz bile. Hayır!” dedi genç adam ve kendinden emin bir şekilde: “Perkins oraya gidecek kadar aptal biri değildir.”
(Bu arada han sahibi Perkins’ten daha iyi bilgi alabileceğimi fısıldadı kulağıma.)
“Bu kukuletalı, baykuşlu kadın kim ya da kimdi? Biliyor musun?”
“Şey,” dedi Ikey, bir eliyle şapkasını kaldırmış diğer eliyle başını kaşırken, “Genelde bu kadının bir cinayete kurban gittiği ve baykuşun da cinayet sırasında ötüp durduğu söylenir.”
Tek öğrenebildiğim, hikâyenin sadece kısa bir özeti ve gördüğüm en içten ve geleceği parlak insanlardan biri olan bu genç adamın, kukuletalı kadını gördükten sonra sağlığını biraz yitirmiş olduğuydu. Ayrıca kendisine “Joby!” diye seslenilen ya da “Greenwood!” diye seslendiğinizde, “Neden olmasın? Öyle olsa bile, siz kendi işinize bakın,” diyen ve ‘iyi bir dost’ veya ‘tek gözlü serseri’ gibi üstünkörü ifadelerle tanımlanan bir kişi de kukuletalı kadını beş ya da altı kez görmüştü. Ama bu tanıkların bana somut yardımı dokunamazdı, çünkü ilki California’da, sonuncusu da Ikey’in söylediğine göre –bu, han sahibi tarafından da doğrulanmıştı– ‘her yerde’ görülmüştü.
Şimdi her ne kadar varoluşla arasına büyük hesap günü engelinin ve yaşayan tüm varlıkların karşı karşıya kalacağı değişimin girdiği bu esrarı, dingi ve vakur bir korkuyla değerlendirsem ve olaylar hakkında bir şey bilmiyormuşum gibi davranma küstahlığını göstermesem de; kapıların kendi kendine çarpmasını, zillerin kendi kendine çalmasını, tahtaların kendi kendine gıcırdamasını ve bunlar gibi diğer önemsiz olayları, kavramama izin verilen tanrısal kuralların görkemli güzelliği ve her şeyi kuşatan analojisiyle bağdaştıramıyorum. Dahası, şimdiye kadar her ikisi de yurtdışında olan iki perili evde yaşamıştım. Bunlardan biri, gerçekten perilerin yoğun istilasına uğramış ve bu nedenle iki kez terk edilmiş bir İtalyan sarayıydı ve ben burada sekiz ay boyunca sakin ve hayatımdan memnun bir şekilde yaşadım. Evin hiç kullanılmamış ve sahiplenilmemiş birçok gizemli odası olduğunu görmezden geliyordum ve büyük bir odasında günün her saati kimbilir kaç kez oturup kitap okuyor ve bitişiğindeki birinci sınıf perili bir oda olduğu söylenen odada yatıyordum. Han sahibine bu yaşadıklarımdan kısaca bahsettim. Ve ona, sözünü ettiğimiz evin neden kötü bir üne sahip olduğunu açıklamaya çalıştım. Birçok şeyin adını haksız yere kötüye çıkartmıyor muyduk, bir şey hakkında ortaya kötü sözler yaymak ne kadar kolaydı. Örneğin köyde yaşayan tuhaf görünümlü, yaşlı sarhoşun ruhunu şeytana sattığı dedikodusunu ikimiz birlikte köye yaydığımızda herkesin buna inanacağını söyledim. İtiraf etmeliyim ki, yaptığım bu akıllıca konuşma han sahibi üzerinde hiçbir etki yaratmadı, dolayısıyla, bu konuşma hayatımın en büyük başarısızlıklarından biri oldu.
Hikâyenin bu kısmını kısa kesecek olursam, bu eve perili denmesine ve herkesin ondan uzak durmasına gücenmiş ve evi tutmaya yarı yarıya karar vermiştim. Böylece, kahvaltıdan sonra, Perkins’in kırbaç ve koşum takımı üreten, postaneyi işleten ve bu arada da ikna yeteneği güçlü, sert mizaçlı karısına boyun eğmek durumunda olan kayınbiraderinden evin anahtarlarını aldım ve han sahibiyle Ikey’in eşliğinde eve gittim.
Evin içi tahmin ettiğim gibi çok kasvetliydi. Evin önündeki büyük ağaçların oluşturduğu gölgelerin yavaşça dalgalanması eve son derece hüzünlü bir hava veriyordu. Kötü yere kurulmuş, kötü inşa edilmiş ve kötü planlanmış bir evdi bu. Rutubetliydi, her tarafta çürümüşlük ve fare kokusu vardı ve ayrıca insan elinden çıkan, ama sonra insanların kullanmadığı yapıların üstüne çöken o tanımlanması zor çürümüşlüğün zavallı bir kurbanıydı. Mutfaklar ve odalar çok geniş ve birbirinden çok uzaktı. Üst ve alt katlarda, birer yaşam simgesi kabul edilen odaların arasında, işe yaramaz geçitlere benzeyen koridorlar uzanıyordu. Ayrıca arka merdivenlerin dibinde, çift sıra dizilen zillerin altında, öldürücü bir tuzak gibi gizlenen, üzeri yeşilliklerle kaplı, eski, küflü bir kuyu vardı. Bu zillerden birinin siyah zemini üzerine soluk, beyaz harflerle EFENDİ B yazılıydı. Bana söylediklerine göre, bu en çok çalan zildi.
“Efendi B kimmiş?” diye sordum, “baykuş öterken onun ne yaptığı biliniyor mu?”
“Zili çalmış,” dedi Ikey.
Genç adamın kürk şapkasıyla zile vurup çalmasındaki ustalık beni oldukça etkiledi. Yüksek sesli, çirkin görünümlü bir zildi ve oldukça tatsız bir sesi vardı. Diğer zillerin üzerlerinde bağlı oldukları odaların isimleri yazıyordu: Resim Odası, Çift Oda, Saat Odası gibi. Efendi B’nin zilinin kaynağına ulaştığımda, tavanarasında üçgen biçimindeki bir odada üçüncü sınıf koşullar altında yaşamış olduğunu gördüm. Köşede bir şömine vardı ve eğer Efendi B kendisini bu şömineyle ısıtabiliyorsa oldukça ufak tefek olmalıydı. Başka bir köşede de, ancak Tom Thumb’ın[2] tavana tırmanabileceği yükseklikte, piramit şeklinde bir merdiveni andıran baca vardı. Odanın bir tarafındaki duvar kâğıtları, üstüne yapışan sıvayla birlikte boydan boya aşağıya düşmüş ve kapının önünü neredeyse tamamen kapamıştı. Görünüşe göre Efendi B, bulunduğu ruhsal koşullar altında duvar kâğıdını sürekli sökmüşe benziyordu. Ne han sahibi, ne de Ikey onun böyle anlamsız bir şeyi neden yapmış olabileceğini açıklayabiliyorlardı.
Oldukça geniş ve yamuk tavanarasının dışında, evde keşfedilecek başka bir şey bulamadım. Fazla mobilya olmasa da, fena döşenmemişti. Mobilyaların bir kısmı –üçte biri diyelim– evin kendisi kadar eskiydi, geri kalanı ise son yarım yüzyılın değişik dönemlerinden kalmaydı. Evin kiralanma işiyle şehirdeki bir tahıl dükkânının sahibinin ilgilendiğini öğrendim. Aynı gün onunla görüşmeye gittim ve evi altı aylığına kiraladım.
Bekâr kız kardeşimle (38 yaşında, güzel, aklı başında ve çekici bir bayan olduğunu söyleyebilirim) eve taşındığımızda ekimin tam ortasıydı. Yanımızda ayrıca sağır bir seyis, Türk cinsi av köpeğim, iki kadın hizmetçi ve Tuhaf Kız adıyla anılan genç birini getirdik. Aziz Lawrence Yetim Kızlar Derneği’nin eski bir sakini olan bu kızı yanımıza almamızın ölümcül bir hata olduğunu ve başımıza birçok felaket getirdiğini söyleyebilirim…