Miladi takvimle yeni bir yüzyıla ve yeni bir binyıla giriyor olmanın büyüsü çabuk bozuldu. Dünya siyasal
ve ideolojik konjonktüründe Soğuk Savaş’ın sona ermesini müteakiben yaşanan belirsizlik, insanlık için barış, refah ve mutlulukla değil, daha fazla acı ve ızdırap, daha fazla kan ve gözyaşı ile anılacak bir döneme yerini bıraktı.
Liberalizm, demokrasi ve insan hakları söylemi, kendini dünyaya tek patron olarak dayatma çabasındaki Amerika Birleşik Devletleri’nin propagandasında 1990’lardaki vurgusunu gitgide kaybetti. Pax Americana hayali, Afganistan ve Irak işgalleriyle, eski kaba emperyalizm tecrübesine evrildi.
Amerika’daki neocon’lar marifetiyle emperyalizmin nostaljik söylemine doğru bir geri dönüş yaşandı. Emperyalizm utanç duyulacak bir şey olmaktan çıkarken Rudyard Kipling bir kez daha hatırlandı. Tarihin çöplüğüne atıldığı sanılan eski zamanların dehşetli kurumları, yeni ve daha arsız suretlerle karşımızda. Engizisyon, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin şahsında tecessüm etti ve ruhu, Batılı zengin ülkelerin gümrük kapılarında dolaşmaya başladı.
Elinizdeki kitap, insanlığın karşı karşıya olduğu bu tehlikeye dikkat çekebilme kaygısının kuvvetle hissedildiği bir dönemde kaleme alınmıştır. Bugünkü sürecin, yaşadığımız coğrafyanın farklı köşelerinde tarihte ve günümüzde yaşanmış/yaşanmakta olan tecrübe ile benzerlik ve süreklilik arzeden yanlarını teşhis etmeye çalışıyor. Ve elbette -her şeyden önce hacmi itibariyle- konuyu bütün veçheleriyle irdelemek iddiasında değildir. Bu kitap, insanlığın içine sürüklendiği felakete “dur” diyebilecek bir uyarıyı dillendirebilirse, vazifesini icra etmiş olacaktır.
Önsöz
Miladi takvimle yeni bir yüzyıla ve yeni bir binyıla giriyor olmanın büyüsü çabuk bozuldu. Dünya siyasal ve ideolojik konjonktüründe Soğuk Savasın sona ermesini müteakiben yaşanan belirsizlik, insanlık için barış, refah ve mutlulukla değil, daha fazla acı ve ızdırap, daha fazla kan ve gözyaşı ile anılacak bir döneme yerini bıraktı.
Liberalizm, demokrasi ve insan haklan söylemi, kendini dünyaya tek patron olarak dayatma çabasındaki Amerika Birleşik Devletleri’nin propagandasında 1990’lardaki vurgusunu gitgide kaybetti. Pax Americana hayali, Afganistan ve Irak işgal Seriyle, eski kaba emperyalizm tecrübesine evrildi.
Amerika’da ki neocon’lar marifetiyle emperyalizmin nostaljik söylemine doğru bir geri dönü; yaşandı. Emperyalizm utanç duyulacak bir şey olmaktan çıkarken Rudyard Kipling bir kez daha hatırlandı. Tarihin çöplüğüne atıldığı sanılan eski zamanların dehşetli kurumlan, yeni ve daha arsız suretlerle karşımızda. Engizisyon, Avrupa insan Hakları Mahkemesi’nin şahsında tecessüm etti ve ruhu, Batılı zengin ülkelerin gümrük kapılarında dolaşmaya başladı.
Tecrübe, “demokrasi”nin kapitalizmle özdeş olduğunu fısıldıyor. Daha kötüsü, bu, Amerikan menşeli toplum ve siyaset mühendisliğine teslim olmayanlar açısından aşırı ciddiye alındığında ölümcül sonuçlar doğurabilecek bir sistemdir Bunu Filistin’de Ocak 2006’da gerçekleştirilen parlamento seçimlerinden sonra yaşananlarla bir kez daha gördük.
Canlı yaşamını tehdit eden maddi kirlenme biçimlerinden insan varlığının anlamsızlaşmasına kadar, insan havsalasına sığmayacak boyutlardaki bir kirlenme ve ifsat, siyasal manipülasyon süreçleriyle el ele yürümektedir. İnsanlığın duçar edildiği bu tamamen insan yapımı felaketin failleri, âyet i kerimeyle ifşa edildiği gibi, sözde insan haklan ve uluslararası hukuka dair bildirge ve sözleşmeleriyle hep “biz ancak ıslah edicileriz” diye ortaya atılan kapitalist müstekbirlerden başkası değildir.
Modem kirliliğin en meşum tarzı ise zihinlerde yaşanmaktadır. Onvellyen kelime ve kavramlarla bireyleri belli düşünce ve davranış kalıplan içine hapseden, fakat aynı zamanda bir “özgürlük” İllüzyonu da hâsıl ederek dikkatlerden kaçmayı başaran zihinsel tutsaklık, Batı kaynaklı propagandanın ana hedeflerinden biri ol ageldi. Müslümanlar dahi “demokrasi”, “liberalizm”, “serbest piyasa ekonomisi”, “insan hak ve özgürlükleri” gibi kavram ve doktrinleri değerden bağımsız şeyler gibi algılamaya başlamışsa, bir zamanlar İslam ve sosyalizmi bağdaştırma çabalarına yönelttikleri itirazı, şimdi kapitalizmle işbirliği veya iş bölümü! konusunda ortaya koyamıyorlarsa, zihinsel kirlilik ve tutsaklık son derece kaygı verici bir aşamaya ulaşmış demektir.
Batı’da dahi İtibardan düşmeye başlayan sekûler. materyalist ve aydınlanman kavram ve öğretilere Müslümanların sahip çıkması kadar garip ve kaygı verici bir durum olabilir mi? islamcılık bu şekilde elde edilecek dünyevi menfaatler ve refah uğruna terk edilebilir mi? Siyasal partilerin kapatılmasından başörtüsü yasağına kadar türlü türlü baskı ve dayatmaları savuşturmanın tek yolu, İslamî ve ilkeli olandan hep daha fazla uzaklaşmak mı olmalıydı?
Elinizdeki kitap, Müslümanların karşı karşıya olduğu bu tehlikeye dikkat çekebilme kaygısının kuvvetle hissedildiği bir dönemde kaleme alınan gazete ve dergi yazılarından oluşuyor. Bugünkü sürecin, Müslüman coğrafyanın farklı köşelerinde tarihte ve günümüzde yasan mis/yasan makta olan tecrübe ile benzerlik ve süreklilik arz eden yanlarını teşhis etmeye çalışıyor. Ve elbette her şeyden önce hacmi itibariyle konuyu bütün veçheleriyle irdelemek iddiasında değildir. İnsanlığın içine sürüklendiği felakete, “dur” diyebilecek yegane öğretinin müntesipleri olarak Müslümanlara yönelik bir uyarıyı dillendirebilirse, vazifesini icra etmiş olacaktır.
Mesut KARASAHAN
Üsküdar, Şubat 2008
Nobel Maskaralıkları
Tom Amca’mn Kulübesinde Türkler
Horrlel Beacher Stowe’un romanı Tom Amcanın Kulübesi, yaygın kanaate göre, ABD’de köleliğin kaldırılmasında önemli rol oynamıştır.
1852de yayınlanan kitap, bir yıl içinde 300 bin adet satar Avrupa’da, özellikle de Amerikan düşmanlığı dolayısıyla İngiltere’de büyük ilgi görür. 19. yüzyılın en çok satan romanı ve İncil’den sonra en çok satan İkinci kitap olur.
Romanın merkezi karakteri olan Tom Amca, Hıristiyan olmuş ona yaşlı bir köledir. Efendisi olan beyaz adam karsısında daima itaatkar, uysal, görevine bağlı ve çalışkan kişiliğiyle öne çıkar. Başına gelen kötülükleri, acımasız efendilerinden gördüğü eziyetleri Hıristiyan tevekkülüyle karsılar ve isyan etmeye kalkışmaz.
Tom Amca, kendisine özgürlük vaat edilmiş olmasına rağmen acımasız bir efendiye satılmakları ve onun elinde katledilmekten kurtulamaz. Fakat ölüme giderken gösterdiği sabır ve metanet, kendisini öldüren kişileri dahi atfettiğini belirtmesi, onun İnfazında görev alan köleleri derinden etkiler ve böylece Tom Amca son nefesinde dahi kölelerden Hıristiyanlığa yeni müh t ed iler kazandırır
Stowe’un takdire şayan bir kişilik, bir bilge, cefakâr ve vefakâr bir köle olarak resmettiği Tom Amca, çok geçmeden bu olumlu vasıflarından soyu ti a nacaktır. Hem beyaz efendinin hem de köle veya azatlı AıroAmerikalıların gözünde aşağılayıcı bir lakaba dönüşecektir.
Aslında romanın alıbaşlığının “Aşağı Tabakadan Olanlar Arasında Hayal” şeklinde olduğu hatırlanırsa, kölelik karşıtlarının bile zihninde mevcut ciddi handikaplar daha iyi anlaşılır.
Amerikan Misyoneri dergisinin Ocak 1894 sayısında çıkan ve “Tom Amca’nın Oğullan” başlığını taşıyan yazı, bu durumu güzel yansıtır. Stowe’un kitabından ve “Tom Amca’nın isa’ya özgü karakterinden övgüyle bahsedilen yazıda, Tom Amca’nın hayali bir kahraman olmadığı, onun gibi yüzlercesinin var olduğu belirtilmekte ve böyle bir kölenin örnek davranışı aktarılmaktaydı:
“Amerikan İç Savaşı’nın son günlerinde cephede yaralanan ve ölmek üzere olan Güneyli bir asker, kölesine, Kuzey’e kaçıp özgür kalmasını söyler. Köle bunu kabul etmez Zira askerin karısına söz vermiştir, efendisi ölürse üzerindeki incil’i alıp ona götürecektir. Asker ölür; köle uzun yollar, ovalar, nehirler aşarak beyaz hanım efendisine ulaşıp emaneti teslim eder ve köle olarak yaşamaya devam eder.”
Kölelik taraf t ar lan, Tom Amca’nın bu mutlu ve mutmain halinden şöyle bir argüman geliştirirler: Eğer Tom Amcalar ve Mam miler (zenci sütnineler), böyle halinden memnun ve sadık hizmetçiler ise, kölelik niçin yanlış bir şey olsun ki?
ABD’de köleliğin yasal olarak ilga edilmesinden yaklaşık yüz yıl sonra, siyah derili Afro Amerikalıların vatandaşlık hakları için sokaklara döküldüğü bir dönemde efsanevi boksör Muhammed Ali, ringde rakibi Emie Terrel’i döverken şöyle bağırır; “Söyle bana Tom Amca, benim adım ne?” Terrel, dövüşten önce basın toplantısında Muhammed Ali’den hep eski adıyla, yani Cassius Clay diye bahsetmiştir, onun Müslüman kimliğini kabullenemeyen diğer siyahi sporcuların sık sık yaptığı gibi.
George W. Bush yönetiminin eski Dışişleri Bakanı Colin Luther Powell. yakın zamanlarda Tom Amca diye anılan kişilerin başında gelir. Daha ilginci, Amerikan kızııderilileri, beyaz adanı nezdinde mevki sahibi olmaya çalışan ırkdaşlarına “tomahawk Amca” ve Amerikalı Çinliler, aynı durumdaki ırkdaşlarına “Tong Amca” lakabını uygun görmüşlerdir.
Su halde I om Amca sadece AfroAmerikalılara özgü bir tiplemeyi yansıtmaz. Ayrıca kölelik, ABD’nin Güney eyaletlerindeki ciltliklerde kalmış, tarih olmuş bir olgu da değildir.
Bugün Batılı beyaz adam, dünyanın uzak köşelerindeki hegemonyasını, yerli halklardan devşirdiği Tom Amcalar eliyle yürütüyor. Bu Japon, Çinli, Latin Amerikalı, Türk veya Arap yeni Tom Amcalara, yerli ve özgün inanç ve değer sistemlerini terk etmeyi ve Batılı beyaz adamın kavramlarıyla düşünmeyi öğretiyor.
ilerleme, gelişme, kalkınma, ekonomik büyüme, geri kalmışlık ve hatta hümanizm, insan haklan ve demokrasi; beyaz adamın empoze ettiği siyasal, sosyal ve ekonomik sisteme körü körüne itaatin düşünsel altyapısını oluşturan kavramlardır. Bu sayede belki de Tom Amca’nın algılayamayacağı kadar sinsi ve tahripkâr bir kölelik biçimi tecrübe edilmektedir.
Beyaz adamla aynı marka ürünleri tüketebilmek, onun pop müzik konserine İstanbul’da iştirak edebilmek, efendiyle belli bir özdeşlik ve örgürleşmişlik hissi verebilir, yaşanan yabancılaşma ve kimlik bunalımını şimdilik bastırmaya yarayacak yanılsamayı temin edebilir.
Beyaz adamın elinden Nobel Ödülü almak veya Batılı siyasal ve sosyal sistemi erişilmesi gereken bir ideal olarak gör…