Roman (Yerli)

Sıdıka Hanım (Cep Boy)

sidika_hanim_1_ozel_baski

Sürükleyici anlatımı ve gerçek yaşam hikayesiyle elden bırakılması çok zor, tadına doyulmaz bir eser.
-Nazan Şoray-

Hadiseler çok iyi tarzda birbirine bağlanmış, kopukluklar hiç yok. Hayat unsurları gerçeklerle o denli birleştirilmiş ki, ayırd etmek imkansız. Sıdıka’nın başından geçenler, belli bir sıra ile okuyanın merakını uyandıracak şekilde sıralanmış. Bu hali ile akıcılık ve edebi bir hüviyet kazanmış. Tek kelime ile muhteşem bir eser.
-Doç. Dr. Naci Onur- Fırat üniversitesi Edebiyat Kürsüsü

Sıdıka Hanım romanı, önemli tarihi değişikliklerin oluştuğu bir dönemde yaşayan, ilginç ve gerçek bir hikaye, çok sürükleyici, anlatım sade ve akıcı. Zevkle okunabilen nadir romanlardan biri.
-Işıl Yücesoy-Devlet Tiyatrosu Sanatçısı

Önsöz
Hikâyem, 18961937 yılları arasında, Elazığ’ın Harput eteklerinde adını üzerindeki saray yavrusu konaktan almış bir köyü ve bunun dışında on altı köyün sahibi olan bir beyin ve güzeller güzeli eşinin hayatını; bu dillere destan hayatın nasıl başladığını, nasıl sona erdiğini anlatmaktadır. Büyük bir şairle aralarında geçen onurlu ve muhteşem aşkı, çocuklarına ve ahlak kurallarına bağlılığını, acılarını, yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını içermektedir.
Romandaki kahramanların hepsi gerçektir. Hâlâ kişileri ve yaşananları hatırlayan (son devirlerini) canlı tanıklar, günümüze kadar gelmiş türküler (Saray yolu düz gider, bir kınalı kız gider ve sinemde bir tutuşmuş, yanmış ocağ olaydı… gibi) vardır.
Bu hikâye yaşanan devir açısından da çok enteresan olduğu gibi, bir zamanların kültür merkezi ve hâlâ sayılı tarihi hazinelerimizden biri olan Harput’u anlatması bakımından da dikkate alınmalıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Doğu’nun bu ücra köşesinde, yeni yönetimi algılama biçimleri, Ermeni isyanları, Kürt isyanları bu devirde yaşanmıştır. Kitabımın kahramanları bu olayları bire bir yaşamıştır. Sadece bu olayların oluş biçimi, benim hayal gücüm ve kurgulamamla şekil almıştır. Bu devirde bile okulu veya öğretmeni olmayan köylerimizin bulunduğunu düşünürsek, o devirde bir Amerikan, bir Fransız koleji olan ve medresesi bulunan Harput’un ne derece önemli bir yer leşim merkezi, kültür ve tarih abidesi olduğunu anlatmak ve Doğu’ya dikkati çekmek, iç turizmi Doğu’ya da yönlendirmek gibi çeşitli etkenler de bu romanı yazmamda teşvik edici olmuştur.
Kitaptaki olayların gerçekliği kesindir. Zira; Saray köyünün beyi ve eşinin torunuyum. Olayları yaşayan annem ve teyzemin ağzından ve defalarca dinlemiş olmamdan dolayı bu kadar emin olarak kaleme alabildim. Anlatılanlarla yaşananların kronolojik olarak örtüşüp örtüşmediğini araştırdım. Hepsinin zaman ve zemin olarak da doğru olduğunu tespit ettim. Sıkılmadan okuyabileceğinizi ümit ediyorum. Ve geç de olsa bir şeye başlamanın, hiç başlamamaktan iyi olduğuna inanıyorum. Savaşsız ve sevgi dolu günler diliyorum.
Naşide Gökbudak

BİRİNCİ Bölüm,
Beko, iki besili camızın çektiği kağnının içine alabildiğine yüklediği saman balyalarının üstüne oturmuş, yine derin hülyalara dalmıştı. Yazın son günleriydi, boğucu bir sıcak, toz, hayvan pislikleri ve birikmiş çöplerden yayılan kokular, köyün havasını o kadar ağırlaştırmıştı ki insanlar nefes almakta zorlanıyordu. Beko çok çalışıyor ve çok yoruluyordu. Ama yine de bu köyü çok seviyordu. Niye sevmesin ki? Sanki Dersim’de daha güzel bir hayatı mı vardı? Hele babasının hasımları tarafından öldürülmesi, doğup büyüdüğü memlekete olan sevgisini hepten yok etmişti. Anasının ısrarlarına dayanamamış, bir gece yarısı çıkınlarına biraz yiyecek tıkıştırıp, taşıyabilecekleri kadar eşya almış, anası, ablası ve yaşlı eşekleri ile yollara düşmüşlerdi. Gayeleri hasımları ile karşılaşmayacakları ve karınlarını doyuracakları bir yer bulmaktı. Şehre çok yakın olan Perçenç köyüne girmiş ve karşılarına çıkan ilk büyük kapıyı çalmışlardı. Akşamın dar vaktiydi, hemen işe alınmışlardı. Hacı Hafız Ağa ve kardeşi Ahmet Ağa iyi insanlardı. “Onlardan Allah razı olsun,” diye düşündü. “Beş yıldır ekmeklerini yiyip evlerinde barınıyoruz.” Beko öylesine derin düşüncelere dalmıştı ki, Mama Ağanın kendisine seslendiğini uzun süre duymadı. Ve arabayı durdurup, aşağıya atladı.
“Buyur, Ağam,” dedi.
Mama Ağa kendinden emin bir tavırla:
“Artık bu sefer son teklifim. Geleceğinden eminim,” dedi.
Beko telaşla, “Nereye, Ağam?” diye sordu.
Mama Ağa biraz kızgın bir tavırla:
“Benim yanıma!” dedi.
Beko adamın, bu ısrarından artık sıkılmıştı. “Ağam, size defalarca anlatmaya çalıştım. Ben ağalarımdan memnunum, hiçbir yere gitmeyi düşünmüyorum,” dedi.
Mama Ağa sinirli bir şekilde,
“Memnuniyetin sadece ağalardan mı? Başka sebep mi var?” diye sordu.
Beko büsbütün sinirlenmişti. “Bakın, Ağam, beni saygısızlık etmeye zorlamayın. Ağalık bir insanın yapısında olmalı,” der demez, Mama Ağa elindeki bastonu havaya kaldırarak Beko’nun üzerine yürüdü. Beko başını havaya kaldırıp sertçe Mama Ağaya baktı. Mama Ağa bu genç delikanlıyı kaba kuvvetle yıldıramayacağını anlamıştı. Bastonunu indirdi ve hızla uzaklaştı. Beko, çevik bir hareketle saman balyalarının üstüne tekrar atladı. “Bu ne biçim adam? Biraz daha ileri gitseydi ona iyi bir dayak atardım. O meleğe kimse dil uzatamaz.” Melek diye adlandırdığı Ahmet Ağanın kızı Sıdıka idi. Beko, Mama Ağanın lafı üzerine düşünmeye başladı. “Acaba bu ağalara bağlılığım, o meleğin o evde olmasından dolayı mı?” Sonra başını sallayarak, “Hayır hayır. Ağaların kendileri iyi, hak yemezler, insanları küçük görmezler,” dedi. Beko kendi kendine bile, asıl mutluluğunun, arada sırada yüzünü görebildiği, güzeller güzeli Sıdıka Hanıma yakın olmaktan kaynaklandığım itiraf etmekten korkuyordu ve utanıyordu. Sıdıka Hanım, Ahmet Ağanın üç çocuğundan en büyüğü idi. Çok ama çok güzeldi. Beko, “Onda başka bir güzellik var,” diye düşündü ama neydi, bulamadı. Birden bir burukluk hissetti. Melek yüzlü güzel, yakında gelin olacaktı. Harput’un altındaki Saray köyünün beyi ile evlenecekti. Anlatılanlara göre bu bey çok zenginmiş, Saray köyünden başka onaltı köyün sahibi ve ailenin tek çocuğu imiş. Sıdıka’nın verilişi köye bomba gibi düşmüştü, ne bu seneki kuraklık ne mah sülün az oluşu köylüyü bu kadar ilgilendirmişti. Herkesin müşterek konusu Sıdıka’nın evliliğiydi. Köyün genç kızlarının çoğu bu evliliği kıskanıyordu. Beko’ya göre Sıdıka çok çok daha iyilerine layıktı. Ama Beko için zenginlikten daha önemlisi, Sıdıkadaki bu güzelliği görecek ve takdir edecek birine düşmesiydi. “İnşallah öyledir,” dedi. Beko cahildi ama iyi bir çekirdeğe sahipti. Zekiydi, çok iyi niyetliydi. Bazı şeyleri aşmıştı, Beko kimine göre saf, kimine göre aptal kimine göre de ermişti. Kesin olan bir şey varsa önsezileri kuvvetli, sadık bir hizmetkârdı. Beko bu konaktan asla ayrılamayacağını düşündü, çünkü ağaların iyiliği dışında, ayda yılda bir de olsa, ancak bu konakta olursa Sıdıka’yı görebilirdi. Baba evini ziyarete geldiğinde… Bu düşüncelerle konağın selamlık bölümüne geldiğini fark etti. Hoop, diyerek kağnıyı durdurdu. Büyük kapının önüne doğru atladı. Eline çatalı aldı, büyük bir saman balyasına taktı. Balya bir ayna gibi parlıyordu. Birdenbire üzerine bir gölge düştü; bu, güzel Sıdıka’nın yüzüydü. Sanki aynada aksi gibiydi. Beko ne olduğunu anlayamamıştı, heyecanlandı, korktu. Çatalı fırlattı, başını ellerinin arasına aldı. “Yarabbim, çok akıllı değilim ama hepten aklımı alma ne, olur!” diye yalvardı. Hacı Hafız Ağanın konağı bir sokağı baştan başa kaplıyordu. Selamlık tarafı dükkân önüne giden yolun köşesinde idi. Ev üç katlı, görkemli ve büyük bir yapıydı. Alt katta hizmetkârların yaşadığı yer, depolar ve büyük bir avlu vardı. Avludan taş merdivenlerle orta kata çıkılıyordu. Bu katta dört oda vardı; bu odalar gündüz çeşitli işler için, geceleri de yatak odası olarak kullanılırdı. Sadece bir tanesi Ahmet Ağa ile Firdevs Hanım’ın yatak odası olarak döşenmişti ki, buraya gündüzleri pek girilmezdi. Üst katın sağ tarafından, onon iki basamakla çıkılan şanşen, oymalı ahşap bir bölme ile ikiye ayrılmıştı. Üç tarafta sedirler var di. Ve üzerleri kanaviçe işli örtülerle örtülmüştü. Güzeller güzeli Sıdıka, üç kız arkadaşı ile beraber çeyizini hazırlıyordu. Parça parça örülmüş kare şeklindeki dantelleri birleştirip, gelin yatağına örtü yapıyorlardı. Küçük Bey’in saray diye adlandırılan büyük konağında çok sayıda yatak odası, misafir odaları, salonlar olduğu söyleniyordu. Hatta üçüncü katta sular akarmış, tavanlar ayna kaplıymış, bunların ne kadarı doğru kimse bilmiyordu. Beko’nun anası Bezar bile dün gece, “Ulan Beko, Sıdıka Hanınım gelin gideceği evin, üçüncü katında su akarmış, doğru mudur acep?” diye sormuştu.
Beko ciddi ciddi düşündükten sonra, “Ne bilem, ana; öyle derler,” cevabını vermişti.
Böyle bir yaşam tarzını da pek gerçekçi bulmuyorlardı. Köyün en zengini olan bu konakta bile, kullanma suyu kuyudan çekilir, içme suyu da çatal pallardan getirilirdi. Bu gibi şeyler ya masallarda ya da velinimetimiz padişah efendimizin oturduğu saraylarda olurdu. Saraylı Küçük Bey de Fatih’in torunu değildi ya. Bütün bu sözlere inananlar da inanmayanlar da konuşmaktan büyük bir zevk duyuyordu. Kıskananlar bile, böylesine ünlü bir beyin köylerinden kız almasından gurur duyuyorlardı. Sıdıka, orta boyu, ince beli, iri çekik kahverengi gözleri, uzun siyah kirpikleriyle çok güzeldi. Ama onun en güzel yeri, bir kuğuyu bile kıskandıracak güzellikteki pürüzsüz beyaz boynuydu. Bu özelliği ona bir bahar dair zarafeti kazandırıyordu. Dilşat Hanım bile, bütün azametine rağmen, “Sıdıka’nın boynuna benim mücevherlerim bile az gelir. Kuyumcu Kirkor’a çok güzel bir pantantif yaptırmam gerek,” demişti. Sıdıka’nın güzelliğinin ötesinde daha değişik, daha etkileyici bir şey vardı: Asalet, zarafet, hüzün ve iyilik; bütün bunlar fiziki görünümüne yansıyordu. Dantelleri düzeltip, birleştirmeye çalışan kızlar yorulmuş ve acıkmışlardı. Sıdıka arkadaşlarına ikramda bulunmak için kalkmak üzereyken kapının önünde bir kağnı durdu. Şanşenin penceresine gitti, perdeyi hafifçe aralayıp aşağıya baktı; Beko saman balyalarını taşıyordu, Sıdıka daha iyi görmek için biraz daha eğildi.
“Aa! Bu çocuğa da ne oldu?” dedi. Kızlar pencereye koştular, Beko başını iki elinin arasına almış şaşkın şaşkın duruyordu. Sonra başını balyaların üzerine koydu ve öylece kaldı.
“Beko’ya çok acıyorum, çok çalışkan ve iyi niyetli bir çocuk. Çok yoruluyor” diyen Sıdıka’ya, kızlar gülerek baktılar. Çünkü Beko’nun büyük aşkını hemen hemen herkes biliyordu. Sıdıka bu konuya girmelerini önlemek için, aceleyle, “Beyaz!, Beyaz!” diye seslendi. Birkaç saniye sonra, bir elinde uzun sivri bir bıçak, öteki elinde oyulmuş bir patlıcanla Beyaz gözüktü. İri kemikli, otuzotuz iki yaşlarında güçlü bir kadındı. Görünüşü ile çok tezat, yumuşak, sevecen bir sesle, “Ne istemiştin, Sıdıka?” dedi.
“Beyaz, sen bugün taze ekmek yapmıştın, değil mi? Üzerine biraz tereyağı sür, birer bardakta vişne şurubu yap da getir. Hem yorulduk, hem de acıktık.”
Beyaz, “Olur, şimdi getiririm,” dedi ve hemen uzaklaştı. Beyaz, Sıdıka’yı büyüten, onun özel işleriyle uğraşan ve evin yemeklerini yapan hizmetçiydi. Sıdıka’ya sonsuz bir sevgi ve hayranlık duyar, bu nadide çiçeği yetiştirdiği için kendisi ile iftihar ederdi. Ahmet Ağa ve karısı, Beyazı Sıdıka’nın çeyizi ile beraber, Küçük Bey’in konağına göndermeyi kararlaştırmışlardı. Kızına hem yardımcı hem koruyucu olurdu; o koca konakta yalnızlık çekmemesini sağlardı. Bu karara Sıdıka da Beyaz da çok sevinmişti. Onon beş dakika sonra, işlemeli bir bakır tepsi içinde vişne şurupları ve bakır bir sahanda tereyağlı sac ekmekleri ile Beyaz gözüktü.
“Konsolun üstüne koy, Beyaz, biz alırız, sağ ol,” diyen Sıdıka, arkadaşlarına servis yapmaya başlamıştı bile, kızlar da gülüşerek yemeye başladılar.
Ahmet Ağa, bütün malın ortağı idi. Uzuna yakın boyu, kırlaşmış saçları, uzun sakalı ve keskin bakışları ile dikkat çeken biriydi.
Bu bakışlarına rağmen sevecen, adil alışılmamış bir ağa tipiydi. Evine ve çocuklarına çok bağlıydı. Ama ağabeyi Hacı Hafız Ağaya sormadan bir karar veremezdi, hele hele bu karar para pul ile ilgili ise… Bu, Hacı Hafız Ağanın kendisinden büyük olmasından kaynaklanıyordu; aile terbiyesi ve gelenekler böyle gerektiriyordu. Sıdıkanın verilişi bile Hacı Hafız Ağanın onayından sonra gerçekleşmişti. Bu yıl mahsul azdı, nakit para sıkıntısı vardı, gerçi nakit para sıkıntısı köy ağalarının hep sorunu olmuştur ama bu yıl biraz daha fazlacaydı. Ahmet Ağa orta kattaki sokağa bakan odanın sedirinde oturmuş, bir taraftan kahvesini yudumluyor, bir taraftan da düşünüyordu. “Ben bu kızı nasıl evlendireceğim? Küçük Beye gelin gidecek kızın çeyizinde, sadece sırmalı yorganlar, yün yataklar, kalaylı bakırlar olamaz, Firdevs Hanımın kendinden güya gizlediği çıkını da derde deva olmaktan çok uzak.” Bir veya iki küçük tarla satmak gerekirdi, bunun için de ağabeyinden izin almalıydı ama nasıl? Bir başka konu ise bu tarlayı bu köylüye satmak istememesiydi. Köylü ağalara kulp takmak için pusuda beklerdi. Kız evlendirmek için tarla satan ağadan ağa mı olur, diye alay konusu olacaklarından emindi. Onlar için ağa, her zaman parası olan, her şeyi alabilen ve yapabilen kişi demekti. Zenginlik oydu, iktidar oydu, güç oydu. Ahmet Ağa içinden, “Hayır hayır bunu yapamayız” dedi. “Neyse şu harmanlar tamamıyla kalksın, bağlar bozulsun, ipek kozalarının parası gelsin, sonra ağabeyimle görüşürüm” diye karar verdi. Biraz rahatlamış olacak ki derin bir uykuya daldı. Alt kat hareketlenmeye başlamıştı. Akşam yemeği yenecekti. Beyaz, “Emoşş! Beko’ya söyle, pilav tenceresini getirsin!” diye bağırıyordu. Şu sıralarda konakta uzaklardan harman mevsimi için çalışmaya gelmiş bir sürü işçi vardı, gerçi bir kısmı dönmüştü ama yine de onon iki kişi kadar vardı. Üçer beşer konağa dönmeye başlamışlardı. Girişteki hizmetkârlar bölümünde kalırlardı, tabi büyük bir kısmı da ahırdaki asma katlarda. İşçi sayısı, orak zamanı kırk  kırkbeşi bulabiliyordu. Bunların çoğu uzaklardan gelirlerdi, yiyecek ve yatacak yer vermek gerekiyordu. Sadık hizmetkâr Beko, anası ve kız kardeşi ile bu işleri hallediyordu. Kazan sayılabilecek tencerelerde yemek pişirirlerdi. Bu akşam yeşil fasulye, bulgur pilavı ve ayran yiyeceklerdi. Geniş bir leğene konan yemekleri kim daha hızlı yerse o daha çok yemiş olacağından sofra başında büyük bir hareketlilik görülürdü. Gerçi, Hacı Hafız Ağanın konağında bugüne kadar kimse aç kalmamıştı ama bu işçilerin bir alışkanlığıydı. Bu arada öküzler, inekler az sayıda koyun ve kuzular da evlerine dönüyorlardı. İşçiler yemekten sonra özledikleri karıları ve çocuklarından, yoksa ana babalarından konuşur bir müddet sonra uyurlardı. Karakoçanh Silo, “Ulan, keşke düğünlerini biz buradayken yapsalardı!” dedi. Diğerleri gülerek, “Üzülme hiç, seni muhakkak çağırırlar,” dediler. Hepsi gülmeye başlamıştı. Ama artık uyumaları gerekliydi. Sabah erken kalkıyorlardı. Yemek telaşı üst katta da başlamıştı. Büyük bir gem iskemlesinin üstüne konmuş, bakır sinide, karışık dolma, bulgur pilavı ve cacık vardı. Yemeklerini küçük bakır sahana alarak yiyorlardı. Sofranın daha medeni bir görünümü vardı. Sıdıka sofrada yoktu, Ahmet Ağa, “Sıdıka nerede, hanım?” diye sordu.
Firdevs hanım, “Akşamüstü arkadaşlarıyla bir şeyler atıştırdı, yiyemeyecekmiş,” dedi. Sıdıka, az yiyen, narin bir…….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yalnız Gözlerin İçin

Editor

Anka

Editor

Gece Taşı

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası