Kitap ÖzetleriRoman (Yabancı)

Usta ile Margarita Hakkında Konusu Özeti Mihail Afanasyeviç Bulgakov

usta ile margarita hakkinda konusu ozeti mihail afanasyevic bulgakov 5ee06dcbb3124

Usta ile Margarita ve Mihail Afanasyeviç Bulgakov Hakkında Bilgiler

Usta ile Margarita / Üstat ile Margarita, (Rusça özgün adı: Ма́стер и
Маргари́та- Master i Margarita” ) Rus asıllı yazar Mihail Afanasyeviç
Bulgakov’un yazdığı bir romandır.

Mihail Afanasyeviç Bulgakov bu romanının 1928-1940 yılları arasında
Stalin dönmeinde yazmış ama o yıllarda yayımlanamayan roman  yazarfın ölümünden sonra 1966-1967’de Moskova
dergisinde sansürlenmiş bir şekilde tefrika edilmiştir.
Fakat romanın tam hali ise 1969 yılında Frankfurt’ta yayınlanır. Türkçedeki ilk
çevirisi ise 1968’de yapılmıştır.

Şeytan ve ekibinin Moskova’ya inmesi ve hayata müdahil olması gibi doğaüstü
unsurları da kullanarak  kara mizah
yoluyla hem Rus hem de insanlığı hicveden bu roman “ 20. yüzyılın en iyi
romanlarından biri ve Sovyet hicivlerinden biri olarak görülmüştür
.”
Le Monde Yüzyılın Yüz Kitabı listesine de dahil olan roman
yazarının sağlığında basılamamış, romanın yazar Mihail Afanasyeviç Bulgakov,
eserinin yarattığı etkiyi de göremeden ölmüştür.

Kitapta üç ayrı tema ve üç ayrı kurgu bulunur. Romanın ilk kısmı Şeytan
Woland ve çetesinin Moskova’ya inerek insanlara insanlıktan ne kadar uzaklaştıklarını
göstermesi şeklinde cereyan eden fantastik bir kurgudur. İkinci bölüm ise İsa’nın
çarmıha gerilişi ve Vali Pontius Pilate’nin tutumunu anlatan tarihten alınmış
olaylar olmaktadır. Kitabın üçüncü bölümü ise “Usta” ve onun aşkı Margarita’dır. “

 Kara mizah anlayışı ve toplumsal
hicivdeki mantığı ile Gogol’un
izinden giden Bulgakov, romandaki hicivli ve ironi üslubuyla Stalin dönemi
Rusya’sındaki toplumsal yapıyı ortaya koymaktadır.  1930 yılları Moskova’sı ile İsa’nın çarmıha gerildiği
dönemi Kudus’ü birlikte anlatan bu eserde yazar, roman içinde yazılan bir roman
tekniği ile iki ayrı coğrafya ve iki ayrı zamandaki olayları Usta ile Margarita
adlı sevgilisinin yaşamı içinde bir araya getirmiştir.

Başlangıçta ironi ve toplumsal hiciv ağırlıklı Fantastik bir kurgu ve
eleştiri havasında giden roman Usta ile Margarita arasındaki sıra dışı aşk
öyküsü ile romanın sonuna doğru hüzünlü bir anlatıma dönüşür.  “Bulgakov insanlığın zayıf yönlerini
şeytanın yardımıyla, hassas bir süzgeçten geçirerek korkaklığın bireyin
sağduyusunu körelttiği gerçeğini gözler önüne serer
.

 

Usta ile
Margarita
Kitabın konusu

 

Şeytan Woland ve ekibi Moskova’ya inerek edebiyatçıların konuşmalarına
müdahil olduktan sonra insanların iki yüzlülüklerini gözler önüne sermeye
başlar.  Tiyatro topluğuna da müdahil
olan  Şeytan’ın ekibi  İsa’nın çarmıha gerildiği  Kudüs’teki olaylar ile bir roman yazmış olan
ama romanı basılamayan usta ile sevgilisi Margarita arasındaki hüüznlü bir aşk
öyküsüne doğru evrilir.

Usta ile
Margarita Romanı Özeti  

 “Şeytan bir gün, aralarında
kocaman bir siyah kedi ile çırılçıplak bir cadının da bulunduğu yardımcılarının
eşliğinde Moskova’ya iner. Moskovalıları gözlemleyecek, insanlığın değişip
değişmediğini anlayacaktır. Kullanıldıktan sonra şampanya etiketlerine dönüşen
banknotlar dağıttıktan, çeşitli insanlara ne zaman ve nasıl öleceklerini
bildirdikten, ihtişamlı bir de balo verdikten sonra ayrıldığındaysa, ardında
tıka basa dolu akıl hastaneleri ile şehri ele geçiren düzensizlik karşısında ne
yapacağını şaşırmış yetkililer bırakır. Şeytan’ın cazibesine kapılmayanlarsa
sadece hayatını gerçeğe adamış olan Üstat ile hayatını Üstat’a adamış olan
Margarita’dır.”

Usta, yazdığı romandan ötürü dışlanmış ve tımarhaneye kapatılmış
bir yazardır. Hayatının aşkıysa evli bir kadın olan Margarita’dır. Margarita,
Yelena Bulgakova gibi evlidir ve büyük bir aşkla Usta’ya bağlıdır.
“ Usta, Pontius
Pilatus’un valiliği altındaki eski Kudüs’e dair bir roman yazmıştır. Margarita
ise Usta’ya gönülden bağlıdır. Şeytan Woland ve adamları Moskova’da herkesi
para ve çıkar ile elde ederken sadece Usta ve Margarita’ya etki edememiştir.

1930’larda devlet ideolojisini ve devletin resmî ateist görüşünü tebliğ
eden ve kötü şiirleriyle tanınan  genç
Bezdomnıy ile Yazarlar Birliği Başkanı Berlioz ile bir tartışma içerisindedir. Rus
edebiyatçılarının ateist başkanı Berlioz ile Bezdomnıy,  tartışma yaparken Profesör kılığına giren
Şeytan Woland onların konuşmalarını dinler. Berlioz ile Bezdomnıy,   Tanrının
varlığını reddeden, insanın kendi kaderini kendisinin tayin edebileceği
konusunu tartışmaktadırlar. Şeytan Woland yanlarına gelerek tartışmaya dâhil
olur.  Woland, onların görüşlerinden
farklı düşüncededir.  Düşüncelerini
kanıtlamak için onların hakkında kehanet yapar.  Berlioz’un, kafası kesilerek öleceğini, Bezdomnıy’inde
delirip ve tımarhaneye gireceğini söyler.

Bu tartışmadan sonra, şeytanın yaverleri olan Profesör Woland ve ekibi Moskova’da
faaliyetlere başlar. Woland’ın ekibinde  Korovyev
tercüman; Azazello, tetikçi ve ulak; Behemot
ise arka ayakları üzerinde durabilen kedi tipli savaşçıdan oluşmaktadır. Woland
ve ekibi ilk önce  Varyete Tiyatrosu ile temas kurup, insanların ikiyüzlü,
açgözlü ve yozlaşmış olduklarını yüzlerine çarpmaya başlar. Ekip , hükümetin
aslında ateist olduğunu, gerekli şartlar oluşturulsa Hz İsa’ya bile
inanmadıklarını, gerektiği kadar rüşvet verilirse kara büyü bile
yapılabildiğini vb ispatlamaya başlarlar.

Roman, Moskova’da geçen bu hikâyelerin yanı sıra Kudüs’te geçen hikâyelere
de tiyatro oyunu kurgusuyla atlamayı başarmıştır.  Pontius Pilatus’un
valiliği altındaki eski Kudüs’te meydana gelen ve bir çoğu da tarihte yaşanmış
olan olaylara da değinir. Tüm bunlardan amaç Woland ve ekibininin hem geçmişte
hem de 1930 lu yıllardaki Moskova’da toplumsal çürümüşlüğü, insanlığını yitirmiş
insanlığı kendisi ile yüzleştirmek üzerine kuruludur.

1
Yabancılarla sakın konuşmayın

Sıcak bir ilkbahar günü biterken, Patriarşiye Göleti gezisinde iki yurttaş göründü. İlki kırk yaşlarındaydı; açık gri bir yazlık elbise giymişti, kısa boylu, şişman denecek kadar tombul, seyrek siyah saçlı, sinekkaydı tıraşlıydı. Yüzü, inanılmaz boyutlarda koskocaman bağa çerçeveli bir gözlükle örtülüydü. Oldukça iyi cinsten şapkasını, sokaklarda satılan börekler gibi avcunda buruşturmuştu. Ensesine ittiği kareli kasketinin altından karmakarışık kızıl saçları fışkıran iriyarı arkadaşı, bir kovboy gömleği, beyaz buruşuk bir pantolon, siyah keten pabuçlar giymişti.
İlki, kalınca bir edebiyat dergisinin genel yayın müdürü, Moskova’nın en büyük edebiyat kuruluşlarından biri olan, kısa adıyla MASSOLİT’in6 başkanı Mihail Aleksandroviç Berlioz’dan başkası değildi. Genç adama gelince; o da daha çok Biezdomni7 adıyla tanınan şair İvan Nikolayeviç Ponirev’di.
Yeni yeşermiş ıhlamurların gölgesine ulaşmalarıyla, üstünde “Bira ve Meşrubat” yazan renkli barakaya koşmaları bir oldu.
Bu tüyler ürpertici mayıs akşamındaki ilk tuhaflığı burada belirtmek gerek: Ne barakanın çevresinde, ne de iki yanı ağaçlarla kaplı Malaya Bronnaya Sokağı’na paralel geçitte birileri vardı. Güneşte kaynayan Moskova sokaklarında soluk alınmaz olduğu, Sadovaya çevreyolunun ötesinde bir yerlerde güneşin fırın gibi bir sise gömüldüğü bu saatte ne ıhlamurların altında gezinen vardı, ne de gelip banklara oturan. Ağaçlarla kaplı geçit ıssızdı.
Berlioz, barakayı işleten kadına, “Bana Narzan madensuyu verin,” dedi.
Kadın, nedense alınmış gibi, şaşkın bir sesle, “Narzan suyu yok,” dedi.
Biezdomni’nin sesi ıslığa dönüşüp çatallaştı:
“Biranız var mı?.. Biranız?..”
“Getirecekler,” diye karşılık verdi kadın. “Bu akşam getirecekler.”
“İçecek ne var peki?”
“Kayısılı madensuyu ama soğuk değil.”
“Olsun, verin, verin, verin!”
Kayısılı madensuyu bardaklara dolarken sarı sarı köpürdü. Ortalık berber dükkânı gibi koktu. Kayısı suyunu içen iki edebiyatçı hıçkırmaya koyuldular. Parayı ödeyip sırtlarını Bronnaya Sokağı’na dönerek bir banka çöktüler.
Yalnızca Berlioz’u ilgilendiren ikinci tuhaf olay o anda meydana geldi. Hıçkırığı birden kesildi. Yüreği, göğsünde büyük gürültüyle gümledi, sonra birden yok oluverdi, sanki bilinmeyen bir yere uçtu. Ardından da hemen döndü yerine. Yüreğine kör bir iğne saplanmış gibi geldi Berlioz’a. Ayrıca öylesine büyük ve tarifsiz bir dehşete kapıldı ki, o an tabanları yağlayıp ardına bile bakmadan kaçmak geçti içinden.
Kendisini ürküten korkunç şeyin ne olduğunu anlayamadan, büyük bir üzüntüyle, bakışlarını çevresinde gezdirdi. Sarardı, mendiliyle alnını kuruladı. Düşünmeye başladı: “Neyim var yahu? İlk kez böyle bir şey başıma geliyor. Anlaşılan yüreğim bana oyun oynamaya başladı… Aşırı yorgunluk… Belki de işi gücü bırakıp bir süre Kislovodsk’taki kaplıcalarda dinlensem iyi olur…”
Tam bunları kafasından geçirirken, önündeki boğucu hava bir anda yoğunlaştı; çabucak, saydam ve çok garip görünüşlü bir yurttaşın koyuluğuna dönüştü. Adamın küçücük kafasında bir jokey kasketi vardı, havaya karışan gölgesi, kareli, kötü bir ceketin içine gömülmüştü. Söz konusu yurttaş, upuzun boylu –iki metreye yakın– daracık omuzlu, inanılmayacak kadar da zayıftı. Yüzünde enikonu alaycı bir ifade olduğunu da bilmenizi isterim.
Berlioz’un hayatı, onu böylesi olağanüstü olaylara hazırlamamıştı hiç. Berlioz iyice sarardı, gözleri yuvalarından uğradı, kendi kendine, korku içinde, “Bu olanaksız!” dedi.
Ne yazık ki, gözüyle gördüğüne göre, demek ki olabiliyordu. Upuzun, saydam adam yere basmadan, iki yana sallanıp duruyordu; tam Berlioz’un karşısında.
Berlioz, büyük bir dehşete kapıldı; gözlerini kapadı. Açtığında her şey olup bitmişti. Kareli ceket kaybolmuş, Berlioz’un yüreğine dalıp çıkan kör iğne de uçmuştu.
“Hay aksi şeytan!” diye haykırdı Genel Yayın Müdürü. “Düşün İvan, güneş çarpmasından az kaldı ölecektim. Bir hayal gördüm ki, öfff!” Gülmeye çalıştı; gözlerinden dehşet parıltıları silinmemişti, elleri titriyordu. Yavaş yavaş kendine geldi. Mendiliyle yelpazelendi, ardından titremeyen bir sesle, kayısı suyu yüzünden yarım bıraktığı söylevine devam etti: “Güzel. Ha…”
Daha sonra anlaşılacağı gibi, bu söylev Hz. İsa’yla ilgiliydi. Kısacası, Genel Yayın Müdürü, Şair’e, derginin gelecek sayısı için, dine karşı büyük bir şiir ısmarlamıştı. İvan Nikolayeviç de bu şiiri inanılmayacak kadar kısa sürede yazmıştı, ama Genel Yayın Müdürü, sonuçtan pek hoşnut kalmamıştı. Biezdomni, şiirin kahramanını –Hz. İsa– en karanlık renklere bulamıştı. Genel Yayın Müdürü’nün düşüncesine göre, bütün şiirin yeniden yazılması gerekiyordu. Bu nedenlerle Berlioz, Şair’in yararına, temel yanlışına parmak basmasını sağlamak için İsa hakkında bir çeşit söylev çekmeye girişmişti.
Bu durumda, İvan Nikolayeviç’in yaratıcı güçten yoksunluğunun mu, yoksa konu hakkında hiçbir bilgisinin olmayışının mı kurbanı olduğunu belirtmek zor. Neyse! Çizdiği İsa… Çok canlıydı. Bol bol en kötü çizgilerle çizilmiş de olsa, hiç kuşkusuz yaşamıştı!
Berlioz da Şair’e işin önemli yanını, İsa’nın nasıl olduğunu değil –iyi ya da kötü– canlı olarak İsa’nın var olmadığını, onunla ilgili öykülerin baştan sona uydurma, hem de en bayağısından birer masal olduğunu göstermek istiyordu.
Genel Yayın Müdürü’nün, eşine az rastlanır bilgelikte biri olduğu unutulmamalı. Nitekim, büyük bir ustalıkla, İskenderiyeli ünlü Philon ya da parlak Flavius gibi eski tarihçilerin, İsa’nın varlığına kıyısından köşesinden bile değinmediklerini belirtti. Mihail Aleksandroviç, bilgisinin derinliğini ve sağlamlığını göstererek, Tacitus’un Annales’inin XV. kitabının 44. bölümünde yer alan, İsa’nın çektiği işkencenin anlatıldığı ünlü parçanın sahte olduğunu, kitaba sonradan eklendiğini de açıkladı.
Şair için bütün bunlar çok yeniydi. Yeşil gözlerinin bütün canlılığıyla Mihail Aleksandroviç’e bakıyor, onu dikkatle dinliyordu. Sadece arada sırada tutan hıçkırığını bastıramıyor, alçak sesle kayısı suyuna sövüyordu.
“Bir tek Doğu dini yoktur ki,” diyor Berlioz, “dünyaya bir tanrı getiren el değmedik bir bakiresi olmasın. Hıristiyanlar da, yeni bir şey uydurmadan, tıpatıp aynı biçimde yarattılar İsa’larını. Aslında İsa hiç yaşamadı. Bunun üzerinde durmak, ağırlığı özellikle bu noktaya vermek gerek…”
Berlioz’un tenor sesi, ıssız geçitte çın çın ötüyordu. Mihail Aleksandroviç, kafa göz yarma tehlikesiyle karşılaşmadan, ancak üstün bilgelikteki kişilerin içinde dolaşabilecekleri labirentlere gömüldükçe, Şair, onun attığı her adımda yerin ve göğün oğlu, Mısır tanrısı Osiris, Fenike tanrısı Tammuz, Babil tanrısı Marduk, hatta ve hatta, ötekiler kadar tanınmamasına karşın yüzyıllar önce Meksika’daki Aztekler tarafından pek sevilen, korkunç tanrı Huitzli-Poçli üzerine tuhaf ve çok yararlı şeyler öğrendi. Berlioz’un, Azteklerin nasıl hamurdan Huitzli-Poçli heykelcikleri yaptıklarını anlattığı sırada geçitte biri göründü.
Sonradan –doğrusu istenirse iş işten geçmişti bile– yayımladıkları bildirilerde, çeşitli kuruluşlar bu adamı tanımlamaya çalıştılar. Bildiriler karşılaştırıldığında şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkıyor. Bunlardan birinde yeni gelenin kısa boylu, altın dişli, sağ ayağı aksayan biri olduğu söyleniyordu. Öbürü dev yapılı, dişleri platin, sol bacağı topal, diyordu. Bir üçüncüsü ise, kısaca adamın hiçbir özelliği olmadığını belirtiyordu. Bu bildirilerden hiçbirinin bir değer taşımadığını kabul etmek zorundayız.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Sineklerin Tanrısı: William Golding’in Vahşeti ve İnsan Doğası

Editor

80 GÜNDE DEVR-İ ÂLEM

Editor

Yüreğim Aşkı Arıyor

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası