Doğu’daki son Cenevizlilerden, antika tüccarı Baldassare Embriaco, 1665 yılı sonlarında, soyunun yüzyıllardır yaşadığı Lübnan’dan yollara düşer. Ertesi yıl, İncil’e göre “Canavar’ın Yılı”dır. Kimilerine göre düpedüz Mahşer: Kan, ateş, yıkım ve her şeyin sonu… Zamanın sonu!
Dünyayı ve Baldassare’yi kurtarabilecek tek şeyse, Yüzüncü Ad’dır. Kimselerin görmediği bir yazma Allah’ın, Kuran’da anılan doksan dokuz adının, sıradan ölümlülere bildirilmemiş olan yüzüncüsü…
Tanrı’nın gizli ve yüce adı…
…
Korku, şaşkınlık, düş kırıklığı, umut ve aldanma, menzil taşlarıdır bu uzun yolun. Bir de en beklenmedik anda yolcunun karşısına dikiliveren aşk.
Sevincin, mutluluğun tek kaynağı aşk!…
Yüzüncü Ad
Canavar’ın yılına girmemize daha dört uzun ay var, oysa gelmiş dayanmış bile kapıya. Gölgesi, yüreklerimizi ve evlerimizin pencerelerini örtüyor.
Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler… Gelsin! diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.
Nasıl başladı bu çılgınlık? Önce kimin kafasında filizlendi? Hangi gökkubbenin altında? Kesin olarak söyleyemem, yine de bir biçimde biliyorum bunu. Bulunduğum yerden korkuyu gördüm; o iğrenç korkunun doğduğunu, büyüdüğünü, yayıldığını gördüm; kafalara nasıl sızdığını gördüm en yakınlarımınkine, benimkine varana dek, aklı yerinden oynatıp ayaklar altına alışını, aşağılayışını, sonra da onu parçalayıp gövdeye indirişini izledim.
Güzel günlerin uzaklaşıp gittiğini gördüm.
Buraya dek dinginlik içinde yaşadım ben. Mutluluk ve erinç içinde, her mevsim biraz daha göbek bağlıyor, biraz daha zenginleşiyordum; elimin ulaşamayacağı hiçbir şeye göz dikmiyordum; komşularım kıskanmaktan çok pohpohluyorlardı
Ve birdenbire, her şey hızlandı çevremde.
Ortaya çıkıveren, sonra da benim hatam yüzünden yok olan o tuhaf kitap…
Yaşlı İdris’in ölümü; gerçi kimse bu yüzden suçlamıyor beni… kendimden başka.
Ve tüm kararsızlığıma karşın Pazartesi günü çıkmak zorunda olduğum şu yolculuk. Bu yolculuğun dönüşü yok gibi geliyor bugün bana.
Bu nedenle bu yeni deftere ilk satırları yazarken pek de tasasız sayılmam. Henüz hangi biçimde aktaracağımı bilmiyorum, ne bugüne dek olanları, ne de şimdiden kendini belli edenleri. Olanı biteni kapsayan basit bir anlatı mı olacak bu? İçten duygularımı dökeceğim bir günce mi? Bir seyir defteri mi? Yoksa bir vasiyet mi?
Belki de öncelikle Canavar’ın yılı konusundaki kaygılarımı ilk uyandıran kişiden söz etmeliyim. Adı Evdokim. Yaklaşık on yedi yıl önce gelip kapımı çalan Moskovalı bir hacı. Neden yaklaşık diyorum ki? Tüccar defterimde kesin tarihi yazılı. 1648 yılı Aralık ayının yirminci günüydü.
Her zaman her şeyi not ettim, öncelikle de sonradan unutabileceğim küçücük ayrıntıları.
Adam, kapımdan içeri girmeden önce iki parmağını uzatarak istavroz çıkartmış sonra da alçak taş kemere çarpmamak için eğilmişti. Kalın, siyah bir harmaniyesi, oduncularınkine benzer etleri, kalın parmakları, gür, sarı bir sakalı, buna karşılık küçücük gözleri ve dar bir alnı vardı.
Kutsal topraklara giderken bir raslantı sonucu durmamıştı evimin önünde. Adresimi ona Konstantinopolis’te vermişlerdi ve aradığını olsa olsa burada, yalnızca burada bulabileceğini söylemişlerdi.
“Sinyor Tommaso’yla görüşmek isterdim.”
“Benim babamdı, dedim. Temmuzda vefat etti.”
‘Tanrı, krallığına kabul eylesin!”
“Sizin yakınınız olmuş aziz ölüleri de kabul etsin!”
Konuşma, tek ortak dilimiz Rumcayla yapılmıştı; oysa besbelli ikimizin de sık sık kullandığı bir dil değildi bu. Kararsız, güvensiz bir konuşmaydı: Biraz, bana hâlâ acı veren, onu da şaşırtan yas nedeniyle, biraz da onun bir “papacı dönme”yle. benimse “yolunu kaybetmiş bir sapmacı’yla konuşurken karşıdakinin inançlarını incitecek bir söz etmemeye Özen göstermemizden.
Kısa bir ortak sessizlikten sonra, sözü yine o aldı:
“Babanızın aramızdan ayrılmış olmasına çok üzüldüm.”
Bunu söylerken de gözlerini mağazanın içinde gezdiriyor, bu karmakarışık kitap, antik yontucuk, cam eşya, boyalı vazo, doldurulmuş şahin yığınını bakışlarıyla yokluyor ve kendi kendine soruyordu içinden yapıyordu bunu ama yüksek sesle de söyleyebilirdi: Babam orada olmadığına göre ben yine de ona yardımcı olabilir miydim acaba? Artık yirmi üç yaşındaydım, ama tombul ve tıraşlı yüzümde hâlâ çocukluğun yansımaları seçiliyor olmalıydı.
Çenemi öne uzatarak dikeldim:
“Adım Baidassare ve babamın yerine ben geçtim.”
Ziyaretçim, beni duyduğunu belirtir herhangi bir işaret yapmadı. Bir büyülenmeyle sıkıntı karışımı içinde, çevresini saran binbir harikayı gözden geçiriyordu hâlâ. Antika satan dükkânlar arasında bizimki, yüz yıldır Doğunun en zengini ve en ünlüsüydü. Her yerden görmeye gelirlerdi bizi, Marsilya’dan, Londra’dan, Kolonya’dan, Ancona’dan, tıpkı İzmir’den, Kahire’den ya da İsfahan’dan geldikleri gibi.
Beni son bir kez süzdükten sonra bir karara varmak zorunda kaldı bizim Rus.
“Adım Evdokim Nikolayeviç. Voronej’den geliyorum. Mağazanızdan büyük övgülerle söz ettiler bana.”
Hemen bir yakınlık havasına girdim ben de; o zamanlar kibar davranma biçimim buydu.
“Biz dört kuşaktır bu ticaretin içindeyiz Ailem Cenova’dan geliyor, ama Doğu’ya yerleşeli çok oldu…”
Bütün bunlardan habersiz olmadığını belirtmek ister gibi birkaç kez başını salladı. Gerçekten de Konstarttinopolis’te ona bizden söz ettilerse ilk söyledikleri bu olmalıydı: “Dünyanın bu tarafındaki son Cenevizliler…” Sonra da bir iki sıfat, çılgınlığı ya da oldum olası babadan oğula geçmiş büyük tuhaflığı çağrıştıran bir iki el işareti. Gülümsedim ve sustum. O da hemen kapıya döndü, bir ad ve bir buyruk savurdu bağırarak. Bir uşak koştu geldi; kara giysisine zor sığan, başında düz bir takke, gözleri yerde, şişman, küçük bir adam. Elinde taşıdığı küçük sandığın kapağını kaldırdı, içinden bir kitap çıkardı ve efendisine uzattı.
Kitabı bana satmak istediğini sandım ve savunma durumuna geçtim hemen. Antika alım satımında, pek önemli biriymiş gibi havalar takınarak gelen, soyunu sopunu sayıp sağa sola buyruklar yağdıran, ama sonuçta size yalnızca pek saygın ama önemsiz bir şeyler satmak isteyen kişilere karşı tedbirli olmayı çok erken öğrenir insan. Onlar için tek ve eşsiz, demek ki nedensonuç bağlantısı içinde dünyada tek ve eşsiz olmalı değil mi? Kafalarına koydukları fiyata uymayan bir fiyat önerirseniz, rahatsız olurlar, yalnızca aldatıldıklarını değil hakarete uğradıklarını da düşünürler. Ve sonunda tehditler savurarak uzaklaşırlar.
Ziyaretçim beni yatıştırmakta gecikmedi: Ne bir şey satmak ne de pazarlık etmek için gelmişti dükkânıma.
“Bu yapıt, birkaç ay önce Moskova’da basıldı. Ve okumayı bilen herkes daha şimdiden okudu onu.”
Kiril harfleriyle yazılmış başlığı parmağıyla gösterdi ve heyecan içinde okumaya başladı: “Kniga o vere…” Sonra da bana çevirmesi gerektiğini anımsadı: “Gerçek ve Ortodoks Tek Dinin Kitabı.” Gözünün ucuyla bana baktı, bu tümcenin, papacı kanımı oynatıp oynatmadığım anlamak için. Soğukkanlıydım. Dışta da içte de. Dışta tüccarın terbiyeli gülümsemesi, içte kuşkucunun alaylı gülümsemesiyle.
“Bu kitap, kıyametin kapımıza dayandığını söylüyor!”
Sonlara doğru bir sayfayı gösterdi bana.
“Burada, ak üstüne kara, Deccal’ın, Kutsal Kitap’a da uygun olarak, 1666 papa yılında ortaya çıkacağı yazılı.”
Bu sayıyı dört beş kez yineledi, her seferinde başlangıçtaki “bin”i biraz daha yutarak. Sonra da tepkilerimi bekler gibi bana baktı.
Herkes gibi ben de Yuhanna’nın Vahyi’ni okumuştum ve on üçüncü bölümün o gizemli tümceleri üstünde bir an durmuştum: “Aklı olan, Canavar’in sayısını hesaplasın. Çünkü insan sayısıdır, ve onun sayısı altı yüz altmış altıdır.”
“Orada 666 denmiş, 1666 değil” dedim çekingen bir edayla.
“Bunca açık bir işareti görmemek için kör olmak gerekir!”
Bir işaret. Ne çok duydum bu sözcüğü; bir de ‘belirti’ sözcüğünü. Her şey bir işaret, bir belirtidir bekleyen kişi için, hayret etmeye, yorumlamaya, uygunluklar, yakınlıklar hayal etmeye hazır kişi için. Dünya bu yorulmak bilmez işaret gözcüleriyle dolu bu mağazada çok gördüm onlardan! Büyüleyici olanlarını, zavallılarını!..
Evdokim efendi, görece ilgisizliğime sinirlenmise benziyordu; onun gözünde hem bilgisizlik, hem de kutsal şeylere saygısızlıktı bu. Onu incitmemek için, kendimce biraz çaba gösterdim ve şunları söyledim;
“Bütün bunlar, gerçekten tuhaf ve kaygı verici…”
Ya da buna benzer başka bir tümce. İçi rahatlayan adam yeniden söze başladı:
“Buraya kadar bu kitap nedeniyle geldim. Beni aydınlatacak metinler arıyorum.”
Şimdi anlıyordum işte. Ona yardım edebilecektim. Bu arada, son onyıllar boyunca mağazamızın servetinin, Hıristiyan dünyasının Doğu kökenli eski kitaplara duyduğu büyük ilgi üstünde yükseldiğini söylemem gerek özellikle Yunanca, Kıptice, İbranice ve Süryanice kitaplar; dinin en eski gerçeklerini içerdiği düşünülüyordu bu kitapların ve krallık çevreleri, özellikle Fransa ve İngiltere sarayları, Katoliklerle Reform yanlıları arasındaki tartışmalarda kendi görüşlerine dayanak olmak üzere bunları ele geçirmeye uğraşıyorlardı. Ailem neredeyse bir yüzyıldır bu eh/azmalarının peşinde Doğu manastırlarını talan etti; yüzlercesi, Paris’te Krallık Kitaplığı’nda ya da Oxford’da Bodleian Library’de yalnızca en önemlilerini sayarsak duruyor bugün.
“Özel olarak Vahiy’den söz eden çok fazla kitabım yok, ne de doğrudan doğruya Cana var” in sayısını veren bölümden. Yine de, şunlar olabilir…”
Ve birkaç yapıt sıraladım ona, değişik dillerde on, on iki kitap; içeriklerini ayrıntılandırarak, bazen bölüm başlıklarını vererek. Mesleğimin bu yanından nefret ettiğimi söyleyemem. Bu iş için gerekli edaya, tarza sahip olduğumu da sanıyorum. Ama ziyaretçim, uyandırmayı düşündüğüm ilgiyi göstermiyordu. Adını andığım her kitapta, küçük parmak hareketleriyle, kaçamak bakışlarla düş kırıklığını, sabırsızlığını belli ediyordu.
Sonunda anladım.
“Size belirli bir kitaptan söz ettiler, değil mi?”
Bir ad söyledi. Arapça sesleri biraz karıştırıyordu ama hiç zorlanmadan anladım. Ebu Mahir el Mazandarânî. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir süredir bekliyordum bunu.
Eski kitap tutkusu olanlar, Mazandarânî’nin kitabını iyi bilirler. Ama yalnızca adını duydukları için, çünkü çok az kişi elinde tutmuştur onu. Gerçekten var midir, hiç varolmuş mudur, doğrusunu isterseniz bugün hâlâ bilmiyorum.
Bunu açıklamanı gerekiyor, çünkü çelişkili şeyler yazdığım sanılacak az sonra: Kimi ünlü ve kabul görmüş yazarların yapıtlarına gömüldüğünüzde, bu kitaptan sık sık söz ettiklerini görürsünüz; onun bir zamanlar dostlarından ya da ustalarından birinin kitaplığında bulunduğunu söylerler her zaman… Buna karşılık, hiçbir zaman, saygın bir kalemden, bu kitabın varlığını açıkça doğrulayan bir satır okumadım. Ne kesin biçimde “o kitap bende var”, “sayfalarını karıştırdım”, “onu okudum” diyen, ne de ondan bölümler alıntılayan kimse var. O kadar ki, artık güvenilir tüccarlarla okuryazarların büyük bölümü, bu kitabın hiçbir zaman varolmadığı kanısındalar; arasıra ortaya çıkan nadir kopyaların da düzenbazların, sahtekârların işi olduğunu düşünüyorlar.
Bu efsanevi kitabın adı. Gizli Adın örtüsünün Kaldırılması ama çoğunlukla Yüzüncü Ad diye anılıyor. Hangi addan söz edildiğini de söylersem, neden bunca arandığı, peşine düşüldüğü hemen anlaşılacak.
Kuran’da Tanrı’nın doksan dokuz adının geçtiğini bilmeyen yoktur; kimileri ‘sıfat’ demeyi yeğliyor bunlara. Bağışlayıcı, Öç Alıcı, Akıl Sır Ermez, Açıkça Görünen, Her Şeyi Bilen, Son Hükmü Veren, Varlığının Sonu Olmayan… Dinsel geleneğin de doğruladığı bu sayı, meraklı kafalarda, aslında kendiliğinden akla gelen şu soruyu doğurmuştur her zaman: Bu sayıyı ta….