ŞEYTAN MELEKLE KARŞILAŞTIĞINDA
Taşra kızı Lucy Craddock-Hayes sakin geçen hayatından oldukça memnundur. Ta ki yaralı bir adamla -çıplak bir yaralı adamla- karşılaşıp masumiyetini sonsuza dek kaybedinceye kadar.
ONU CENNETE DE SÜRÜKLEYEBİLİR
Vikont Simon Iddesleigh düşmanları tarafından ölesiye dövülmüştür. Şimdiyse onlardan intikamını almakta kararlıdır. Ancak Lucy onu sağlığına kavuştururken genç kızın kendisine gösterdiği dürüstlük bitkin duygularını altüst eder ve ikisini de yakmakla tehdit eden bir yangını tutuşturur.
CEHENNEME DE
Genç adamın onuru Lucy’yle birlikte olmasını engellerken düşmanları sevdiği kadın için bir tehdit oluşturmaya başlarlar. Simon düşmanlarıyla olan savaşını sürdüredursun, Lucy de Simon’ın ruhunu kurtarabilmek adına verdiği savaşı elindeki tek silahla kazanmaya çalışmaktadır: Aşkı…
“İnanılmaz güçlü karakterler, gerçekçi bir anlatım ve tutkulu bir aşk hikâyesi.”
—Publishers Weekly
“Romantizm ve entrikanın etkileyici bir karışımı olan Bir Aşk Masalı Hoyt’un tarihî romans türünde verdiği eserler arasında kesinlikle bir mihenk taşı olacak.”
—Lettetia Elsasser
***
Bölüm Bir
MAIDEN HILL, İNGİLTERE
KASIM, 1760
Lucinda Craddock-Hayes’in ayaklarının dibinde yatan ölü adam, cennetten kovulmuş bir tanrıya benziyordu. Apollon’a ya da daha çok, evine giden bir kız tarafından bulunmak üzere gökten düşen, insan kılığına bürünmüş Savaş Tanrısı Mars’tı. Tabii tanrılar pek kanamazlardı.
Ya da şu anki durumda, ölmezdi.
“Bay Hedge,” diye bağırdı Lucy, başını hafifçe arkaya çevirerek. Maiden Hill’den Craddock-Hayes evine uzanan boş yola baktı. Keşfinden önceki haliyle aynı görünüyordu: Issız; kendisini, arkasında oflayıp puflayan uşağını ve hendekteki cesedi saymazsa. Gökyüzü kış grisine bürünmüş, âdeta yeryüzüne yaklaşmıştı. Saat beş bile olmamasına rağmen gün ışığı kararmaya yüz tutmuştu. Yapraksız ağaçlar yolun iki yanına dizilmişti, sessiz ve soğuktu.
Lucy ürpererek şalını omuzlarına iyice sardı. Ölü adam çıplak, dövülmüş bir halde yüzüstü serilmiş yatıyordu. Sırtındaki güçlü hatlar, sağ omzunun arkasında birikmiş olan kanla gölgelenmişti.
Aşağılara inince dar kalçaları, tüylü ve kaslı bacakları, merak uyandıracak kadar pürüzsüz ve ince ayakları dikkat çekiyordu. Ölüm bile yakışıklılığını bozamamıştı. Başı yana dönüktü ve yüzünün görülebilen yarısında aristokrat bir hava vardı: uzun bir burun, biçimli, çıkık elmacık kemikleri ve geniş bir ağız. Kapalı gözünün üzerindeki kaşı aşağı doğru kıvrılmış ve bir yara iziyle ikiye ayrılmıştı. Kısa kentmiş açık renkli saçları, kanla keçeleşmiş olan kısmı sayılmazsa düzdü. Sol eli başının üzerine uzanmıştı, işaret parmağında bir yüzük olması gerekiyormuş hissini veriyordu insana. Katilleri onu da diğer eşyalarıyla birlikte almış olmalıydı. Vücudu çamurla kaplıydı; arkasındaki çizme tabanı izi, kalçasına vurulmuş bir damga gibi duruyordu. Bunun dışında onu buraya kimin atmış olduğuna dair herhangi bir iz yoktu.
Lucy gözlerinde birikmeye başlayan aptal gözyaşlarını fark etti. Onun bu çıplaklığı ve hırpalanmış hali, katilleri tarafından adama yapılmış büyük bir hakaret gibi görünmüştü gözüne. Bu tahammül edilemeyecek kadar üzücü bir durumdu. Budala, diyerek kızdı kendine. Arkasından gittikçe yaklaşan mırıltıları duymaya başlamıştı. Yanaklarındaki ıslaklığı hızla sildi
“Önce Jones”ları ziyaret etti, o küçük Jones’ların hepsi sümüklü birer oğlan çocuğu. Sonra tepeye tırmanıp Yaşlı Kadın Hardy’ye, o çirkin tavuğa gittik; neden hâlâ ölmemiş olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Hepsi bu kadar mı? Hayır, bu yarısı bile değil. Sonra, sonra o, papaza ziyarete gitti. Ve benim bütün bu süre zarfında koca kavanozlar dolusu marmelatları oradan oraya taşımam gerekti.”
Lucy gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. Kirli, kır saçlarının üzerine yağlı, üç köşeli şapkasını takmış olan adamı Hedge gelip yanında durdu. Tozlu ceketi ve yeleği de aynı şekilsizliğe sahipti; kırmızı, dize kadar çoraplarıyla çarpık bacaklarını daha da bir ortaya çıkarmayı tercih etmişti, bunların babasından kalma olduğuna Lucy’nin hiç şüphesi yoktu. “Aman Tanrım, ölü gibi!”
Küçük adam şaşkınlığından eğilmeyi unutmuştu ama Lucy ona dönünce iri vücudu yavaşça alçalmaya başladı. Sırtı kavislendi, omuzları şu an boş olan sepetinin yükü altında ezilmiş gibiydi, başı umursamaz bir tavırla yana doğru eğilmişti. Gösterisinin en önemli bölümünü yerine getirmek için ekoseli mendilini çıkararak alnını kurulamaya başladı. Lucy bu hareketlerin tümünü görmezden geldi. Bu hareketleri bin kez olmasa bile en az yüz kez görmüştü. “Onu bir ölü gibi olarak tanımlar mıydım bilemiyorum, bu kesinlikle bir ceset.”
“Burada durup aval aval bakmanın hiçbir anlamı yok. Ölülerin her zaman huzur içinde yatmaları gerektiğini söylerim.” Hedge onun yanından sıvışmaya çalıştı.
Lucy onun yolunu kesti. “Onu burada bırakamayız.”
“Neden olmasın? Siz geçmeden önce de buradaydı. Onu görmemiş olabilirdiniz, hatta söylediğim gibi kestirmeden gitmiş olsaydık görmeyecektiniz de.”
“Fark etmez, onu bulduk. Onu taşımama yardım edebilir misin?”
Hedge duyduklarına inanamadığı her halinden belli bir şekilde geri çekildi. “Onu taşımak mı? Böylesine iri bir kütleyi hem de. Kötürüm olmamı istemiyorsanız, hayır. Sırtım çok kötü, yirmi yıldır da böyleydi. Şikâyet etmiyorum ama öyle.”
“Pekâlâ,” diyerek kabul etti Lucy. “Bir araba bulmamız gerekiyor.”
“Neden onu olduğu yerde bırakmıyoruz?” diye isyan etti küçük adam. “Birileri bulur nasıl olsa.”
“Bay Hedge…”
“Omzundan bıçaklanmış ve her yeri kan içinde. Bu hiç hoş değil.” Hedge çürümüş bir kabağa benzeyinceye kadar suratını ekşitti.
“Bilerek ve isteyerek omzundan ya da herhangi bir yerinden bıçaklanmış olduğunu sanmıyorum, bu yüzden bunu ona karşı kullanamayız,” diye azarladı onu.
“Ama kokmaya başlamış!” Hedge mendilini burnunun önünde salladı.
Lucy o yanına gelene kadar ortalıkta koku filan olmadığından bahsetmedi bile. “Sen gidip Bob Smith ile arabasını getirene kadar ben burada beklerim.”
Uşağın çalı gibi kır kaşları aralarında hiç mesafe kalmayıncaya kadar birbirine yaklaştı.
“Tabii cesedin başını sen beklemek istemiyorsan?”
Hedge’in kaşları aralandı. “Hayır, efendim. Sizin en iyisini bildiğinizden hiç şüphem yok. Ben şimdi demirciye doğru yürümeye…”
Ceset inledi.
Lucy şaşkınlıkla yere baktı.
Yanında duran Hedge geriye doğru sıçrayarak ikisi için de bariz olanı dile getirdi. “Hay ulu Tanrım! Bu adam ölü değil!”
Aman Tanrım. Bunca zamandır burada Hedge ile ağız dalaşı yaparak vakit geçiriyordu. Lucy şalını çıkarıp adamın sırtına sardı. “Ceketini ver.”
“Ama…”
“Hemen!” Başını çevirip Hedge’e bakmadı bile. Bu tiz ses tonunu birisine iş buyurması gerekmediği sürece pek kullanmazdı.
“Iyy,” diye inledi uşak ama yine de ceketini verdi.
“Git. Doktor Fremont’u çağır. Ona acil olduğunu söyle, hemen gelsin.” Lucy ciddi bakışlarını uşağının boncuk gözlerinin içine dikti. “Ve Bay Hedge…”
“Evet, efendim?”
“Koşarak, lütfen.”
Hedge sepetini bırakıp koşmaya başladı, şaşılacak bir hızla ilerliyordu, kötü durumdaki sırt unutulmuştu.
Lucy eğilip Hedge’in ceketini adamın kalçasına ve bacaklarına sardı. Elini burnunun altına koyup beklemeye başladı ve nefes bile almadan adamın soluğunu hissetmeye çalıştı. Gerçekten yaşıyordu. Yere çömelerek durumu değeriendirmeye çalıştı. Adam yarı donmuş bir halde çamurlu ve otlarla kaplı olan hendekte yatıyordu, soğuk ve sert hendekte. Bu onun yaralarına hiç de iyi gelmezdi. Ama Hedge haklıydı; adam çok iriydi, onu tek başına hareket ettirebileceğinden emin değildi. Sırtına örttüğü şalı açtı. Omzundaki yaranın üzeri kabuk tutmaya başlamıştı, onun tecrübesiz gözleri bile kanamanın durmuş olduğunu anlayabiliyordu. Sırtında ve yan taraflarında çürükler vardı, önünün ne halde olduğunu sadece Tanrı bilirdi.
Bir de kafasındaki yara vardı tabii.
Başını iki yana salladı. Adam bembeyazdı ve öylece yatıyordu. Ölmüş olduğunu sanması normaldi. Ama ne olursa olsun, zavallı adamın durumunu tartışmak için kaybettikleri süre içinde Hedge çoktan Doktor Fremont’un evine varmış olabilirdi.
Lucy adamın nefes alıp almadığını yeniden kontrol etti, avucunu dudaklarının üzerine tuttu. Nefesi hafif ama düzgündü. Elinin tersini yavaşça soğuk yanağında gezdirdi. Görünmez sakalları eline takıldı. Kimdi o? Maiden Hill onun gibi iri yapılı bir yabancının göze çarpmadan geçip gidebileceği büyüklükte bir yer değildi. Bu akşamüstü ziyaretçiler hakkında herhangi bir söylenti de duymamıştı. Bir şekilde kimsenin dikkatini çekmeden yolun kenarında belirivermişti. Bu adamın dövüldüğü ve soyulduğu açıktı. Neden? Basit bir kurban mıydı yoksa kaderi bir şekilde başına bunları mı getirmişti?
Bu son düşüncesi kollarını bedenine sararak Hedge’in acele etmesi için dua etmesine sebep oldu. Aydınlık hala kayboluyor ve sunduğu küçücük sıcaklığı da yanında götürüyordu. Yaralı adam kimbilir ne zamandır burada, bu şartlara maruz kalarak yatıyordu? Dudaklarını ısırdı.
Hedge kısa bir süre içinde geri dönmezse doktora gerek kalmayacaktı.
.
“ÖLDÜ.”
Sör Rupert Fletcher’ın yanında söylenen bu acımasız sözler, kalabalık balo salonu için bile oldukça yüksek bir sesle dile getirilmişti. Yakında duranların duyup duymadığını anlamak için etrafına bakındıktan sonra bu sözleri sarf eden adama, Quincy James’e bir adım daha yaklaştı.
Sağ elinde tutmakta olduğu abanoz bastonu daha da sıkı tutarak huzursuzluğunu gizlemeye çalıştı. Ya da şaşkınlığını… “Ne demek istiyorsun?”
“Ne dediysem onu.” James sırıttı. “Öldü.”
“Onu öldürdün mü?”
“Ben değil. Bu işi yapması için adamlarımı gönderdim.”
Sör Rupert kaşlarını çatarak bu bilgiyi sindirmeye çalıştı. James kendi başına bir hareket yapmış ve bunda başarılı mı olmuştu? “Kaç kişi?” diye sordu hızla. “Adamların.”
Genç adam omuz silkti. “Üç. Gereğinden fazla.”
“Ne zaman?”
“Bu sabah erken saatlerde. Çıkmadan biraz önce haber aldım.” James çocuksu gamzelerini ortaya çıkaran ukala bir tavırla sırıttı. Tipik bir İngiliz özelliği olan açık mavi gözlerini, atletik vücudunu görenler onun hoş, hatta çekici bir genç adam olduğunu düşünebilirlerdi.
Ve yanılırlardı.
“Konunun sana kadar ulaşmayacağına inanmak isterim.” Tüm çabalarına rağmen Sör Rupert‘ın sesi çatlak çıkmıştı.
James’in gülümsemesi söndü. “Ölü adamlar hikâye anlatamaz.”
“Hımm.” Amma salak. “Bu işi nerede yaptılar?”
“Şehirdeki evinin dışında.”
Sör Rupert usulca küfretti Lordlar Kamarası’na ait bir soyluya kendi evinin önünde güpegündüz pusu kurmak tam bir yarım akıllının yapacağı işti. Kötü durumdaki bacağı bu gece canını çok acıtıyordu ve üstüne bir de James’in bu saçmalığı gelmişti. Abanoz bastonuna daha da abanarak düşünmeye çalıştı.
“Endişelenmeyin.” James sinirle gülümsedi. “H-h-hiç kimse onları görmedi.”
Yaşlı adam tek kaşını kaldırdı. Tanrı, onu düşünmeye çalışan -düşündüğünü uygulayanlar şöyle dursun- tüm aristokratlardan korumalıydı. Bu küçük lordlar için kendilerini oyalayacak saçma sapan bir sürü iş vardı, suikast gibi karmaşık işlere bulaşmaları gerekmezdi.
James, Sör Rupert’ın düşüncelerinden habersiz, son derece neşeliydi. “Zaten onu tamamen soyup Londra’ya yarım gün mesafede bir yere attılar. Onu orada kimse tanımaz. Bulunduğu zaman da tanınacak pek fazla bir yeri kalmaz, kalır mı? S-s-son derece güvenli.” Genç adamın eli kıvrıldı ve parmağı altın sarısı peruğunun altında gezindi. Pudralamadan takmıştı, bunun sebebi muhtemelen kibriydi.
Sör Rupert bu son gelişmeyi düşünürken Madeira şarabından bir yudum aldı. Balo salonu boğucu bir sıcaklıktaydı, yanan mumlar ile parfüm ve ten kokuları birbirine karışmıştı. Bahçeye çıkılan camlı kapılar serin havanın içeri girebilmesi için ardına kadar açılmıştı ama odanın ısısında pek bir fark yaratmıyorlardı. Yarım saat önce punç servisi yapılmıştı, geceyarısı büfesinin açılmasınaysa daha birkaç saat vardı. Sör Rupert yüzünü ekşitti. İçeceklerin serinleteceğinden de pek umudu yoktu. Ev sahibi olan Lord Harrington, cimriliğiyle tanınan bir adamdı, sosyetenin üst tabakasını ve Sör Rupert gibi sonradan görmeleri ağırlarken bile bu böyleydi.
Odanın tam ortasında, dans edenler için boş bırakılmış küçücük bir alan vardı. Bir renk cümbüşü içerisinde dönüp duruyorlardı; kadınlar işlemeli elbiseleri ve pudralı saçlarıyla, erkeklerse perukları ve en iyi ama en rahatsız kostümleriyle. Bu güzel hareketleri yapan genç insanlara hiç özenmiyordu. İpek ve dantellerin içinde ter döküyor olmalıydılar. Lord Harrington sezonun başında olmalarına rağmen böylesi kalabalık bir katılımın olmasından dolayı son derece mutlu olmalıydı, ya da daha doğrusu Leydi Harrington mutlu olmalıydı. Bu hanımefendinin evlenmemiş beş kızı vardı ve deneyimli bir asker gibi, elindeki tüm silahlarla savaşa hazırlanmıştı. Kızlarından dördü pistte, seçkin beyefendilerin kollarında yerlerini almıştı.
Kendisinin de yirmi dört yaş aaltı üç kızı varken bu durumu yargılayamazdı. Hepsi okul çağını geçmişti ve uygun kocalara ihtiyaçları vardı. Hatta… Yirmi adım ötesinde Sarah’yla birlikte duran Matilda gözüne takıldı. Kaşını kaldırmış, gözlerini anlamlı bir şekilde karşısında duran genç Quincy James’e dikmişti.
Sör Rupert başını hafifçe iki yana salladı; kızlarından birini kuduz bir köpekle evlendirmeyi tercih ederdi. Otuz yıllık evlilikten sonra aralarındaki iletişim oklukça gelişmişti. Sevgili eşi başka bir hanımla konuşmak üzere zarif bir şekilde yer değiştirirken bile kocasıyla iletişimini koparmamıştı. Gecenin ilerleyen saatlerinde onu James konusunda sorgulayacak ve onun neden uygun olmadığını öğrenmeye çalışacaktı ama şu an kocasına daha fazla eziyet çektirmeyecekti. Tabii geceyi bu kadar önemli kişilerle geçirmeye devam ettiği sürece.
“Neden endişelendiğinizi anlayamıyorum.” James onun sessizliğine daha fazla tahammül edemeyecek gibi görünüyordu. “Sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyor. Kimse sizin hakkınızda bir şey bilmiyor.”
“Öyle kalmasını da tercih ederim,” dedi Sör Rupert nezaketle. “Bu hepimizin lehine olur.”
“Bunu istediğinizden eminim. B-b-beni, Walker’ı ve diğer ikisini yem olarak onun önüne attınız.”
“Seni ve diğerlerini her hâlükârda bulurdu.”
“H-h-hâlâ s-s-sizin hakkınızda bir şeyler öğrenmek isteyenler olabilir.” James başını hızla kaşırken az kalsın atkuyruğunu düşürüyordu.
“Bana ihanet etmenin ilgi alanınız içinde olduğunu hiç sanmıyorum,” dedi Sör Rupert kesin bir dille. Yanından geçen bir tanıdığa selam verdi.
“Ortaya çıkmasına izin vereceğimi söylemedim.”
“Güzel. Bu işten sen de benim kadar kâr ettin.”
“Evet, ama…”
“O zaman her şey yolunda demektir.”
“Sizin için s-s-söylemesi k-k-kolay tabii.” James’in kekelemesi artmıştı, bu, adamın tedirginliğinin arttığının işaretiydi. “Hartwell’in vücudunu gören siz değilsiniz. Boğazından şişlenmişti. Kan kaybından ölmüş olmalı. Şahidi düellonun sadece iki dakika sürdüğünü söyledi; iki dakika, anlatabildim mi? K-k-korkunç.”
“Hartwell’den çok daha iyi bir silahşorsun,” dedi Sör Rupert.