Büyülü bir ormanın sonsuz karanlığında saklanan mucizevi bir inci…
Yağmurlu bir günde, dehşet içindeki bir kız çocuğu kasabadaki bir ağacın dallarına sığınmış halde bulunur. Kimsesi olmayan bu küçük orman kızının karanlık geçmişi, parçalanmış bir ailenin kaderini değiştirecektir.
Kariyerinde yaşadığı büyük skandalın ardından şehirden uzaklaşıp kasabasına geri dönen psikiyatr Julia ve yaşadığı küçük çevrede gerçek aşkı hiç tatmamış ablası Ellie, ailesi bulunana kadar Alice adını verdikleri küçük kızın bakımını ve tedavisini üstlenirler. Alice için gösterdikleri fedakârlık ve çaba, iki kız kardeşi yakınlaştırıp geçmişte kendilerine bile itiraf edemedikleri sırların gün yüzüne çıkmasına yol açar. Julia ve Ellie hayatlarında eksikliğini hissettikleri her şeyin aslında çok yakında olduğunu keşfederken sevginin, umudun ve bir aile olabilmenin anlamını yeniden öğrenirler.
“Göz alıcı, vahşi ve capcanlı bir roman.
Kristin Hannah her cümleyi sevgiyle kuruyor.”
-Luanne Rice –
“Hannah insan ruhunun derinliklerine dokunuyor. Ümit ve neşe dolu.”
-Romantic Times-
“Daha en baştan zihninizi kuşatıp sevgi, aşk ve şefkat hisleriyle içinizi ısıtacak bir hikâye.”
-Southern Pines Pilot-
***
1
Yakında hepsi bitecek.
Julia Cates bu sözü kendine kim bilir kaç defa söylemişti.
Ama bugün gerçekten bitecekti. Birkaç saat içinde bütün dünya onunla ilgili gerçeği öğrenecekti.
Tabii şehir merkezine inebilmeyi başarırsa… Ne yazık ki Pasifik Kıyı Otobanı şu anda bir otoparkı andırıyordu. Malibu’nun arkasındaki tepeler yine alev almış, duman çatıların tepesini sarmış, normalde ışıl ışıl olan kıyı şeridi kahverengi, yoğun bir tabakayla kaplanmıştı. Şehrin her yarımda bebekler gecenin bir yansı dehşet içinde uyanıyor, gri-siyah renkte gözyaşları akıtırken nefes almaya çabalıyorlardı. Dalgalar bile bu vakitsiz sıcaklardan bitkin düşmüş gibi kıyıya daha yavaş vuruyordu.
Julia, yanından geçerken kendisine hareket çeken sürücüleri görmezden gelip sıkışık trafikte manevra yaptı. Nihayetinde bu beklenmedik bir durum değildi; Güney Kaliforniya’nın bu en tehlikeli mevsiminde sinirler de ağaçlar kadar kolay tutuşuyordu. Sıcaklar yüzünden herkes stresliydi.
Julia sonunda çevre yolundan çıkıp arabayı mahkeme binasına doğru sürdü.
Televizyon kanallarının araçları her yerdeydi. Sayısız muhabir mahkeme binasının basamaklarında toplanmış, mikrofon ve kameraları hazır halde olayı dinlemeyi bekliyordu. Anlaşılan bu dunun Los Angeles’ta olağan bir uğraşa dönüşmüştü. Adli işlemler eğlence halini alıyordu; Michael Jackson, Courtney Love, Robert Blake’e de aynısı olmuştu…
Julia bir köşeden dönüp avukatlarının kendisini beklediği yan girişe doğru ilerledi.
Arabayı yola park edip emin adımlarla yürüyebilme ümidiyle arabadan indi ama bir an için yerinden kımıldayamadı. Sen masumsun, diye anımsattı kendine. Bunu görecekler. Bu sefer işe yarayacak. Kendini adım atmaya zorladı, sonra bir adım daha attı. Görünmez teller üzerinde yürüyerek dik bir yokuşu tırmanmaya çalışıyordu sanki. Grubun yanına vardığında güçlükle gülümseyebildi ama bir şeyden emindi: Tebessümü inandırıcıydı. Psikiyatrlar bir tebessümün nasıl içten görüneceğini bilildi.
Savunma ekibinin baş danışmanı Frank WîlIiams, “Merhaba Doktor Cates,” dedi. “Nasılsın?”
Julia, “Gidelim,” dedi ve o anda sesinin titrediğini kendisinden başka fark eden oldu mu diye merak etti. Korkusunun fark edilmesini istemiyordu, özellikle bugün güçlü olmalı, herkesin bunca zamandır taradığı aynı doktor olduğunu, yanlış bir şey yapmadığını herkese göstermeliydi.
Ekip korumacı bir tavırla etrafını sardı. Desteklerinden ötürü onlara minnettardı. Profesyonel ve kendinden emin görünmek için elinden geleni yapsa da takındığı kırılgan bir maskeydi. Ve tek yanlış sözcükle o maske düşebilirdi.
Kapılardan geçip mahkeme binasına girdiler.
Flaşlar, mavi-beyaz ışıklar yayarak patlıyordu. Kameralar açılmış, kayıt düğmelerine basılmıştı. Muhabirler ileri atılıp hep bir ağızdan konuşmaya başladı.
“Doktor Cates! Yaşananlar size ne hissettirdi?”
“Neden o çocukları kurtarmadınız?”
“Silahtan haberiniz var mıydı?”
Frank kolunu Julia’nın omzuna atıp onu kendine doğru çekti. Julia da yüzünü adama çevirip onu oradan uzaklaştırmasına izin verdi.
Duruşma salonunda sanık masasındaki yerini aldı ve ekipteki herkes teker teker yanına yerleşti. Arkasındaki ilk sırada yeni stajyerler ve avukat yardımcıları oturuyordu.
Julia arkasındaki curcunayı duymazdan gelmeye çalıştı; kapılar sertçe açılıp kapanıyor, mermer zeminde koşturan ayak sesleri duyuluyor fısıltılar yükseliyordu. Boş koltuklar çabucak doluyordu; arkasına dönüp bakmasa da böyle olduğunu biliyordu. Bugün Los Angeles’taki bu duruşma salonunda bulunmak önemliydi ve yargıç duruşma salonuna kameraların alınmasına izin vermediği için gazetecilerle ressamların yan yana sıralanıp ellerinde kalemleriyle hazır bekledikleri kesindi.
Geçen yıl Julia’yla ilgili sayısız haber yazmışlardı. Fotoğrafçılar binlerce fotoğrafını çekmişti; çöpleri çıkartırken, verandasında dururken, işe gidip gelirken. En iç karartıcı olanları da ön sayfalara koyuyorlardı.
Muhabirler evinin önüne tam anlamıyla kamp kurmuştu. Julia’nın onlarla konuşmaması umurlarında değildi. Çeşitli hikâyeler yazılmaya devam ediyordu. Küçük bir kasabadan geldiğini, başarılı eğitim hayatını, sahil şeridindeki lüks dairesini, Philip’le yaşadığı üzücü ayrılığını yazmışlardı. Hatta son zamanlarda anoreksiyaya yakalandığına ya da yağ aldırma bağımlısı olduğuna dair spekülasyonlar bile yayılmıştı. Yazmadıkları tek konu, onun için gerçekten de önem taşıyan bir şeydi: işine olan sevgisi. Yapayalnız ve tuhaf bir çocukluk geçirmişti ve yalnızlık acısının her zerresini anımsıyordu. Eşsiz bir psikiyatr olmasını sağlayan da çocukluk ve gençlik yıllarıydı.
Bu gerçekler elbette basında asla yer bulmadı. Yardım ettiği çocuklar ve yetişkinlerden bahseden de yoktu.
Yargıç Carol Myerson kürsüsündeki yerini alırken duruşma salonu sessizliğe gömüldü. Yapay bir ışıltı verilmiş koyu kestane rengi saçları ve demode gözlükleriyle sert görünümlü bir kadındı.
Mübaşir davayı başlattı.
Julia bugün birinin ona eşlik etmesini istemediğine pişman olmuştu. Yanında durup her şey bittiğinde elini tutacak bir arkadaşı veya bir akrabası olabilirdi bu ama o işini daima sosyal hayatın önüne koymuştu. Arkadaşlarına ayıracak vakti olmuyordu. Terapisti ona hayatındaki bu eksikliği sık sık anımsatıp dursa da doğrusu şu zamana kadar Julia hiçbir girişimde bulunmamıştı.
Yanında duran Frank ayağa kalktı. Uzun boylu, ince yapılı ancak yine de heybetli görünen bir adamdı. Saçlan da favorilerinden başlayıp tamamına yayılarak mükemmel bir ahenkle siyahtan beyaza dönüyordu. Julia pratik zekâsından ötürü onu seçmişti ama takındığı tavır da büyük önem taşıyordu ve böyle salonlarda bu tavır güçlü bir şekilde kendini gösterirdi.
Frank, Julia’nın duyduğu en yumuşak ve ikna edici ses tonuyla, “Sayın Yargıç,” diye söze başladı. “Bu davada Doktor Julia Cates’i sanık olarak adlandırmanın hiçbir mantığı yok. Psikiyatrik durumlardaki gizliliğin kesin sınırlan ve limitleri sık sık tartışılsa da California Üniversitesi İdare Heyeti ve Tarasoff Davası gibi örnekler de mevcuttur. Doktor Cates hastasının şiddete eğiliminden habersizdi ve adı geçen bireylere herhangi bîr tehdit unsuru oluşturduğunu da bilmiyordu. Açıkçası suçlamalarda da böyle özel bir bilgiye yer verilmemiştir. Dolayısıyla hakkında açılan bu davadan vazgeçilmesini talep ediyorum. Teşekkürler.” Sonra oturdu.
Davacı kürsüsündeki siyah takım elbiseli adam ayağa kalktı. “Dört çocuk öldü, Sayın Yargıç. Onlar asla büyüyemeyecek, üniversiteye gidemeyecek, asla çocuk sahibi olamayacaklar. Doktor Cates, Amber Zuniga’nm psikiyatrıydı. Üç yıl boyunca haftada iki saat Amber’in sorunlarını dinledi ve kötüye giden depresyon sorunu için ilaçlar yazdı. Bu düzeyde bir yakınlığa karşın, Amber’in gittikçe ilerleyen hastalığından ve şiddete meylinden Doktor Cates’in haberdar olmadığına inanmamız bekleniyor. Hastasının bir silah alıp kilisedeki gençlik grubu toplantısına giderek etrafına ateş açabileceğinden asla kuşkulanmadığına inanmamız bekleniyor.” Avukat masanın arkasından uzaklaşıp duruşma salonunun tam ortasında durdu.
Yavaş yavaş yüzünü Julia’ya döndü. Bu en can aha anlardan biriydi; duruşma salonundaki ressamlar bu sahneyi çizip tüm dünyaya aktaracaktı. “O bir uzman Sayın Yargıç. Bu trajediyi öngörüp kurbanları uyararak veya Bayan Zuniga’nm rehabilitasyon merkezine yahnim asını sağlayarak yaşananları önleyebilirdi. Bayan Zuniga’nm şiddet eğiliminin farkında değil miydi? Olmalıydı. Biz Doktor Cates’in bu davanın sanığı olarak adlandırılmaya devam etmesini istiyoruz. Bu bir adalet meselesidir. Katledilen çocukların aileleri, çocuklarının cinayete kurban gitmesini öngörmesi ve önlemesi en muhtemel kişiden tazminat almayı hak ediyor.” Masaya dönüp yerine oturdu.
Julia sesinin duyulmayacağını bile bile, “Bu doğru değil,” diye fısıldadı. Bunu yüksek sesle dile getirmeliydi. Amber şiddet eğilimine dair hiçbir ipucu vermemişti. Depresyonla mücadele eden bütün ergenler okuldaki çocuklardan nefret ettiğini söylerdi. Ama silah alıp etrafa ateş açabileceğini düşündürtecek bir yaşta değildi.
Neden kimse bunu göremiyordu?
Yargıç Myerson önündeki evrakları yeniden gözden geçirdi. Sonra okuma gözlüklerini çıkarıp ahşap masasına bıraktı.
Duruşma salonu sessizliğe gömülmüştü. Julia gazetecilerin haberi yazmaya hazır beklediklerini biliyordu. Dışarıda, yaşananların iki versiyonunu da dinlemeye can atan başka gazeteciler vardı.
Her iki başlık da çoktan atılmıştı. İhtiyaçları olan tek şey içerideki meslektaşlarından gelecek bir işaretti.
Matemli bir grup oluşturarak arka sıralarda oturan, ölen çocukların aileleri, bu trajedinin önlenebileceğine, üst düzey bir yetkilinin, çocuklarının hayatını kurtarabileceğine dair temin edilmeyi bekliyorlardı. Bu hatalı ölümlerle ilgili herkesi, polisi, sağlık personelini, ilaç üreticilerini, doktorları ve Zuniga ailesini dava etmişlerdi. Modem dünya artık anlamsız trajedilere inanmıyordu. Kötü şeyler insanların başına öylece gelemezdi ve biri yaşananların bedelini ödemeliydi. Kurbanların aileleri bu davadan bir yanıt çıkmasını ümit ediyordu ama Julia bunun kafalarını bir süreliğine dağıtmaktan, acılarını bir parça hafifletmekten öteye gidemeyeceğini biliyordu. Acılan dinmeyecek, keder hepsini alt edecekti.
Yargıç önce ailelere baktı. “19 Şubatta Silvenvood Baptist Kilisesi’nde yaşananlar şüphesiz korkunç bir trajediydi. Kendim de bir ebeveyn olarak geçtiğimiz aylarda yaşadıklarınızın derinliğini asla kavrayamayacağımı biliyorum. Bununla birlikte bu davada ulaşmamız gereken sonuç şudur: Doktor Cates bu davada sanık olarak kalmalı mı kalmamalı mı?” Yargıç masasının üzerinde ellerini birleştirdi. “Hukuk kurallarına göre baktığımızda ben Doktor Cates’in bu tür durumlarda kurbanları uyarmak veya korumak gibi bir görevi olmadığını düşünüyorum. Bu sonuca da birçok sebeple ulaştım. Öncelikle davacılar Doktor Cates’in potansiyel kurbanlar olabileceğine dair bir bilgisi olduğunu kanıtlayamıyor, üstelik bunu teyit edecek bir olay da yok. İkincisi, yasalar açıkça teşhis edilebilen kurbanlar dışında kişilerin uyarılmasını şart koşmuyor. Ayrıca toplumsal haklar göz önünde tutulduğunda psikiyatr-hasta ilişkisinde, belirgin bir tehdit unsuru oluşturmadığı sürece gizliliğin korunması gerekir. Davacıa tarafın iddialarına, verdiği ifadeye ve kanıtlara göre Doktor Cates’in bu olaylarda kurbanları uyarmak veya korumak gibi bir yükümlülüğü yoktur. Bu yüzden etki altında kalmadan, hakkında yapılan suçlamayı reddediyorum.”
Saçındakiler çılgına dönmüştü. Julia da farkına varmadan ayağa fırlamış, savunma ekibiyle kucaklaşmaya başlamıştı. Arkasında gazetecilerin kapılara yönelip mermer koridora çıktıklarını duyabiliyordu. Biri, “Serbest kaldı!” dîye bağırdı.
Julia rahatladığını hissetti. Tanrı’ya şükür.
Sonra çocukların ebeveynlerinin ağladıklarını duydu.
Biri yüksek sesle, “Nasıl olur?” dedi. “Bunu bilmeliydi.”
Frank, Julia’nın koluna dokundu. “Gülümse. Biz kazandık.”
Julia, anne babalara doğru bir bakış atıp gözlerini hemen çevirdi. Düşünceleri, pişmanlığın karanlık yollarında ilerliyordu. Haklılar mıydı? Gerçekten de bilmeli miydi?
“Senin hatan değildi ve artık bunu insanlara söylemenin vakti geldi. Konuşmak için bir fırsat yakaladın…”
Muhabirler etraflarını sardı:.
“Doktor Cates! Sizi sorumlu tutan ebeveynlere ne söylemek istersiniz?”
“Diğer ebeveynler artık çocuklarını size getirecek kadar güvenecek mi?”
“Los Angeles Bölge Başsavcısının isminizi adli psikiyatrlar listesinden çıkarmasını nasıl yorumluyorsunuz?”
Frank kalabalığın arasına dalıp tekrar Julia’nın eline uzandı. “Müvekkilim davadan,..”
Biri, “Yasal olarak öyle,” diye bağırdı.
Ve herkes Frank e odaklandığında Julia kalabalığın arasından sıyrılıp kapıya koştu. Frankın ondan açıklamada bulunmasını istediğini biliyordu ama umurunda değildi. Zafer kazanmış gibi hissetmiyoıdu. Tek istediği tüm bunlardan uzaklaşmak, gerçek hayata dönmekti
Zuniga ailesi kapının önünde durmuş, Julia’nin yolunu kapatmışta. Bir zamanlar tanıdığı çiftin yerine sanki onların daha solgun ikizleri orada duruyordu. Keder, yüzlerini soldurup yaşlandırmıştı.
Bayan Zuniga gözyaşlan içinde ona baktı.
Julia yumuşak bir sesle, “İkinizi de çok severdi,” dedi ama bunun yeterli olmadığını biliyordu. “Sizler iyi ebeveynlerdiniz. Aksine inanmanız için sizi ikna etmelerine izin vermeyin. Amber hastaydı. Keşke…”
Bay Zuniga, “Yapma,” dedi. “En aa veren de o keşkeler.” Ve karısına sarılıp onu kendine çekti.
Sonra sessizlik oldu. Julia bir şeyler daha söylemeye çalıştı ama özür dilerim, demekten başka söylenecek bir şey kalmamıştı. Bunu da zaten defalarca söylemişti. Bir de, “Hoşça kalın,” diyebilirdi. Çantasını sıkıca kavrayıp yanlarından geçti ve mahkeme binasından çıktı.
Dış anda kahverengi ve kasvetli bir hava vardı. Yoğun bir sis bulutu gökyüzünü karartıp güneşi gizleyerek ruh haline uyum sağlamıştı.
Julia arabasına binip oradan uzaklaştı. Trafiğe girdiğinde Frank in, yokluğunu fark edip etmediğini düşündü. Tüm tehlikelerine karşın bu iş onun için bir oyundu ve günün kazananı olarak yükseklerde uçuyordu. Kurbanları ve ailelerim de muhtemelen birkaç buzlu içkinin ardından evine gittiğinde düşünmeye başlayacaktı. Belki Julia’yı da düşünecekti. Böylesine bir olayla adı lekelenmiş bir psikiyatr ne yapardı? Ama yine de hiçbirine uzun uzadıya kafa yormayacaktı. Buna cesaret edemezdi.
Julia da olanları şimdilik düşünmeyecekti. Bu gece yatağına yapayalnız uzanacak dalgaların sesini dinlerken bunun kalp atışlarının sesine ne kadar benzediğini düşünecek, kederini ve suçluluk duygusunu alt etmenin yollarını arayacaktı. Gözünden kaçan ipuçlarını, hangi işaretleri göz ardı ettiğini bulmaya çalışacaktı. Anımsamak canını yakacaktı ama her şeyin sonunda, bunca acıya karşın daha iyi bir terapist olacaktı. Sonra da sabahın yedisinde giyinip tekrar işine gidecekti.
İnsanlara yardım edecekti.
Ancak bu şekilde üstesinden gelebilirdi.
Kız, mağaranın kenarına çökmüş gökyüzünden akan suyu izliyor. Etrafındaki boş kutulardan birini alıp içini tekrar yalamak istiyor ama bunu zaten defalarca yaptı. Yiyecek bir şey yok. A; kaldığı günlerin sayısını bilmiyor artık. Arkasındaki aç kurtlar sabırsızlıkla bekliyor.
Gökyüzü kükreyip gürlüyor, ağaçlar korkuyla titriyor ve sular sürekli akıyor.
Ve sonunda uyku bastırıyor.
Aniden uyandığında etrafına bakınıp havayı kokluyor Karanlığın içinde tuhaf bir koku var. Bu kokunun onu korkutması, o derin ve kapkara deliğe göndermesi gerekiyor ama yerinden kımıldayamıyor. Midesi öyle gergin ve boş ki canı yanıyor.
Su artık şiddetle akmıyor, çiseliyor. Ve kız, güneşi görebilmeyi ümit ediyor. Aydınlıkta hayat daha güzel. Mağarası ise çok karanlık.
İnce bir dal çıtırdıyor.
Sonra bir tane daha.
Kız kımıldamadan dururken vücudunun mağaranın duvarlarında kaybolmasını diliyor. Kendi kendinin düz ve kımıltısız bir gölgesine dönüşüyor. Hareketsiz durmanın önemini biliyor.
Adam geliyor. Uzun zamandır ortada yoktu. Bu yüzden yiyecek bir şeyi de kalmamıştı. Güneşli günler geride kalmıştı ve şimdi…