ANNEM ÖLDÜĞÜMÜ DÜŞÜNÜYORDU. Tabii ki ölmedim ama böyle düşünmesi onun için daha güvenliydi. Ayda en az iki kere, Los Angeles şehir merkezinin her yerine dağılmış JumboTron ekranlarında “Aranıyor” posterimin yayınlandığını görüyordum.
Orada pek yersiz duruyordu. Ekranlarda gösterilenlerin çoğu mutlu resimlerdi: açık mavi bir gökyüzü altında gülümseyen çocuklar, Golden Gate Harabeleri önünde poz veren turistler, neon renklerdeki Cumhuriyet reklamları. Aynı zamanda Koloni karşıtı propagandalar da yer alıyordu. İlanlarda:
“Koloniler topraklarımızı istiyor,” yazıyordu. “Ellerinde olmayanı istiyorlar. Evlerinizi zapt etmelerine izin vermeyin! Davayı savunun!” Ardından benim suç duyurum çıkıp rengârenk ihtişamıyla JumboTron’ları aydınlatıyordu:
CUMHURİYET TARAFINDAN ARANIYOR DOSYA NO: 462 1 VB – 3233 “DAY” ———————- SALDIRI, KUNDAKLAMA, HIRSIZLIK, ORDU MALINA ZARAR VERME VE SAVAŞ ÇABALARINI ENGELLEME SUÇLARINDAN ARANMAKTADIR. TUTUKLANMASINI SAĞLAYACAK BİLGİYİ VEREN KİŞİYE 200,000 CUMHURİYET NOTU ÖDÜL.
Duyurumun yanında her seferinde farklı bir fotoğraf oluyordu. Bir keresinde fotoğraftaki gözlüklü ve kızıl rengi, kıvırcık saçları olan bir çocuktu. Başka birinde siyah gözlü ve dazlak bir çocuktu. Bazen siyahi, bazen beyaz tenli, bazen esmer ya da kahverengi ya da akıllarına her ne geliyorsa o oluyordum.
Başka bir deyişle, Cumhuriyet’in benim neye benzediğim hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Genç olduğum ve parmak izimi taradıklarında veri tabanlarında eşleşen bir sonuç bulamamaları dışında hakkımda hiçbir şey bilmiyor gibi görünüyorlardı. İşte bu yüzden benden nefret ediyorlardı, işte bu yüzden ben ülkedeki en tehlikeli değil, en çok aranan suçluydum.
Akşamın erken saatleri olmasına rağmen dışarısı zifirî karanlık olmuştu bile. JumboTron’ların saçtığı ışık su birikintilerinden yansıyordu. Üç kat yukarıda, parçalanmış bir pencerenin pervazında oturuyordum, paslanmış çelik çubukların ardında gözlerden uzaktaydım.
Burası eskiden bir apartmandı ama artık kaderine terk edilmişti. Odanın zemininde kırılmış lambalar ve cam kırıkları vardı, duvarların boyası soyulmuştu. Bir köşede Seçmen Primo’nun eski bir portresi yüzü yukarı dönük şekilde yerde duruyordu. Burada kimin yaşamış olduğunu merak ettim; kimse seçmenimizin portresini öylece yerde bırakacak kadar çıldırmış olamazdı. Saçım genelde olduğu gibi, eski bir şapkanın içine tıkılmış haldeydi.
Gözlerim yolun karşısındaki tek katlı küçük eve odaklanmıştı. Ellerim boynumdaki kolye üzerinde gidip geldi. Tess odanın diğer penceresine dayanmış beni izliyordu. Bu akşam huzursuzdum ve o her zamanki gibi bunu hissedebiliyordu. Veba, Lake bölgesini sert vurmuştu. JumboTron’ların ışığında, Tess’le birlikte sokağın sonunda askerleri her bir evi kontrol ederken görebiliyorduk. Parlak siyah pelerinleri sıcak dolayısıyla gevşetilmişti.
Her biri bir gaz maskesi takmıştı. Bazen bir evden çıktıklarında evin kapısını büyük kırmızı bir X koyarak işaretliyorlardı. Bundan sonra kimse o eve girip çıkamıyordu ya da bunu en azından kimsenin göremeyeceği bir şekilde yapıyorlardı. “Hâlâ göremiyor musun onları?” diye fısıldadı Tess. Gölgeler yüz ifadesini gizliyordu. Kafamı dağıtma çabası içinde eski PVC borularından derme çatma bir sapan yapmaya çalışıyordum. “Akşam yemeği yemediler.
Saatlerdir masaya oturmadılar.” Duruşumu değiştirip rahatsız olan dizimi esnettim. “Belki de evde değillerdir?” Tess’e gıcık olduğumu belli eden bir bakış attım. Beni avutmaya çalışıyordu ama istediğim bu değildi. “Bir ışık yanıyor. Şu mumlara bak. Eğer evde kimse yoksa annem asla mumları boşa harcamaz.” Tess yakınlaştı. “Birkaç haftalığına şehirden gidelim bence, ne dersin?” Sakin konuşmaya çalışıyordu ama sesinde korku vardı. “Yakında veba geçmiş olacak, o zaman geri gelirsin. Paramız iki tren bileti almaya yeter de artar bile.”
Başımı salladım. “Haftada bir gece demiştik, hatırladın mı? Haftada bir gece onları kontrol etmeme izin ver.” “Evet. Bu hafta her gece onları kontrol etmeye geldin zaten.” “Sadece iyi olduklarından emin olmak istiyorum.” “Peki ya, hastalanırsan?” “Şansımı deneyeceğim. Ayrıca benimle gelmek zorunda da değilsin. Alta’da durup gelmemi bekleyebilirdin.” Tess omuz silkti. “Birinin sana göz kulak olması lazım.” Benden iki yaş küçük olmasına rağmen bazen bana bakabilecek kadar olgun biri gibi konuşuyordu.
Askerler evimize doğru yaklaşırken sessizlik içinde izledik. Bir evin önünde her durduklarında, bir asker kapıyı vururken diğer bir tanesi de hemen yanında silahı çekilmiş halde beklerdi. Eğer on saniye içinde kapı açılmazsa ilk asker kapıyı tekmeyle açardı. İçeri aceleyle girmelerinden sonra onları göremedim ama işin raconunu biliyordum:
Bir asker ailedeki herkesten kan örneği alır, daha sonra örnekleri elindeki okuyucuya sokarak veba bulunup bulunmadığını kontrol ederdi. Bu işlem on dakika sürerdi. Askerlerin durduğu yer ile ailemin bulunduğu yer arasındaki evleri saydım. Akıbetlerini görmeden önce bir saat daha beklemem gerekiyordu. Sokağın diğer ucundan bir çığlık yankılandı. Hemen gözlerimi sesin geldiği yere çevirdim, ellerim ise kınında duran bıçağa yapıştı.
Tess nefesini tuttu. Bir veba kurbanıydı. Durumu aylardır kötüye gidiyor olmalıydı çünkü kadının derisi çatlamış ve her yerinden kanlar akıyordu. Askerlerin bunu önceki taramalarda nasıl gözden kaçırdıklarını merak ediyordum. Bir süre için yönünü bilmeden sendeledi, sonra ileri atıldı ama ayağı takılıp dizlerinin üzerine düştü. Askerlere döndüm.
Kadını görmüşlerdi. Silahını çeken asker, kadına yaklaştı, diğer on bir tanesi ise olduğu yerde bekleyerek izlemeye devam etti. Tek bir veba kurbanı pek tehdit sayılmazdı. Asker silahını doğrultup nişan aldı. Bir kıvılcım yağmuru hasta kadını yuttu. Kadın yere yığıldı ve bir daha da hareket etmedi. Asker, grubunun yanına geri döndü.
Keşke askerlerin silahlarından birini ele geçirebilseydik. Pazarda böyle güzel bir silahın fiyatı çok fazla değildi; 480 Not, bir ocaktan daha ucuz. Bütün silahlar gibi hassas, mıknatıs ve elektrik akımı güdümlü ve üç bina ötedeki bir hedefi tam on ikiden vurabilen bir silah. Babamın dediğine göre, teknolojisi Koloniler’den çalınmıştı ancak tabii ki Cumhuriyet bunu asla size söylemezdi. Tess’le istesek bunlardan beş tane satın alabilirdik…
Yıllar geçtikçe çaldığımız paradan arttıkça biriktirmeyi ve acil durumlar için saklamayı öğrendik. Ancak bir silaha sahip olmakla ilgili asıl sorun parası değil, izinin sürülüp sizi bulabilecek olmalarıydı. Her silahta kullanıcının elinin şeklini, başparmağının izini ve bulunduğu yeri rapor eden bir alıcı bulunuyordu. Beni herhalde bundan daha fazla ele verebilecek bir şey olamazdı. Bu yüzden ben de kendi yaptığım silahlarla, PVC sapanlarım ve diğer ıvır zıvırlarla idare ediyordum.
“Bir tane daha buldular,” dedi Tess. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Aşağıya bakınca askerlerin başka bir evden çıktıklarını gördüm. İçlerinden biri sprey boya kutusunu çalkalayıp kapıya devasa bir X çizdi. O evi bitiyordum. Orada yaşayan ailenin benim yaşımda küçük bir kızları vardı.
Küçük bir çocukken erkek kardeşlerim ve ben, onunla ebelemece ve sokak hokeyi oynardık. Buruşturulmuş kâğıtlar ve demir sopalar kullanırdık. Tess ayağımın dibindeki bez bohçayı başıyla işaret ederek dikkatimi başka yöne çekmeye çalıştı. “Onlara ne getirdin?”