Mavi Marmara gemisi sadece bir günde yalnız Türkiye’nin değil tüm dünyanın gündemine oturdu. Abluka altındaki Gazze’ye insani yardım taşıyan bu gemiye yönelik İsrail müdahalesi dünyanın dört bir yanında tepkilere neden oldu.
İşte o geminin içindeki bir gazeteci yaşadıklarını anlatıyor elinizdeki kitapta. Yola çıkış hazırlıkları, saldırı dakikaları, İsrail’in müdahalesi sonrası yaşananlar, hapishanede geçen saatler ve gemiden hayat hikâyeleri.
Uluslararası diplomasi trafiğinin bir anda hızlanmasına neden olan, pek çok liderin gözlerini yeniden Ortadoğu’ya ve Filistin sorununa çevirmesini sağlayan bu olayın görgü tanığının yazdıklarını okumak, yaşananların ve yaşanacakların perde arkasını daha iyi görmenizi sağlayacak.
Ortadoğu’yu bir kere daha düşünmek için, bu bilgiler ışığında sormanın tam zamanı: Mavi Marmara’da Neler Oldu?
***
ORADAYDIM
Ne hayallerle binmiştim Mavi Marmara gemisine… Zaman zaman, İsrail’in yapabileceği ani bir saldırı olasılığı aklıma gelse de, ‘Yapamazlar; bu kadarına cesaret edemezler’ diyerek rahatlatıyordum kendimi… Müdahale etmeyi düşünseler bile üzerinde uçurtmaların uçtuğunu görüp vazgeçerler, diye geçirdim aklımdan.
Oysa başka gerçekler hüküm sürdü Akdeniz’in ortasında, uluslararası sularda… Gemimizi havadan ve denizden kuşatan İsrail askerleri 9 kişiyi katletti.
Mediha Olgun
ÖNSÖZ
Ortadoğu’nun en hassas konusu Filistin anlaşmazlığı yine zorlu bir dönemeçten geçiyor. 10 yıla yakın süren barış görüşmelerinin sonuçsuz kalması ve bunu takip eden yoğun şiddet dönemi geride kalmış görünse de, bölge dönemsel krizlerle dünya politikasını derinden etkilemeyi sürdürüyor. Filistin’deki en ufak bir sarsıntının artçı şokları binlerce kilometre uzaktan dünya siyasetinin seyrini değiştirme gücüne sahip. Yakın tarihte Filistin sorunundan çok daha kanlı, çok daha ölümcül, çok daha uzun süreli anlaşmazlıklar olmasına rağmen hiçbir çatışma tek başına dünyayı bu kadar etkileme gücüne sahip değildir. 31 Mayıs 2010 sabahı Doğu Akdeniz’de yaşanan yardım gemisine baskın olayı bunun bir kanıtıdır.
Bugün İsrail-Filistin sorununda yaşananlar 10 yıl önce barış sürecinin çöküşüne kadar uzanıyor. 2000 yılında kelimenin tam anlamıyla çöken barış süreci ve ardından İsrail politikasında egemen olan radikal sağ, 10 yılda güçlükle inşa edilen görece sakin durumu ortadan kaldırdı. Temmuz ayında Camp David görüşmelerinde nihai statü müzakerelerinin Kudüs anlaşmazlığı yüzünden çökmesinin ardından, dönemin başbakanı Ehud Barak’ın, “Biz Filistin tarafına her şeyi önerdik, bir devlet teklif ettik ama onlar barış istemiyor,” diyerek bütün suçu Arafat’a yıkması, hem gerçeği yansıtmayan hem de İsrail’de barış kampını tamamen yok eden bir adım oldu. Camp David sonrası, gerek Filistin tarafının açıklamaları gerekse Amerikan heyetinden Robert Malley gibi bazı diplomatların yazdığı makaleler, Filistin tarafına önerilen seçeneklerin, hiç de İsrail’in ve dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’ın yansıttığı gibi “cömert” öneriler olmadığını, Filistinlilerin beklentilerinin çok gerisinde olduğunu ortaya koydu. Ama Barak’ın Camp David sonrası yaptığı söz konusu açıklama, İsrail’de, “Filistin tarafında muhatap yok” inancının yerleşmesine, ülkenin kontrolünün barış istemeyen, Filistinlilere haklarını vermekten yana olmayanların eline geçmesine yol açtı.
28 Eylül 2000’de, “Kudüs’ü Filistinlilerle paylaşmak gibi bir konuyu tartışmayı dahi kabul etmem,” diyen, 1982 yılındaki Sabra ve Şattila katliamının sorumlusu olan Ariel Şaron’un, Kudüs’teki hem Müslümanlar hem de Yahudiler için kutsal Haremüşşerif’i ziyareti, Filistin topraklarını yeniden kana bulayan, Şaron’u iktidara taşıyan ve Filistin’e barışı getirebilecek bir lider olan Arafat’ın “terörist” ilan edilmesine kadar giden bir süreç başlattı. O süreç, Oslo Barışı ile Filistin Yönetimi’ne devredilen kentlerin yeniden işgaline, müzakerelerle barışa inanan El Fetih’in çöküşüne ve büyük baskı altındaki Filistin halkının “barış sürecine” olan inancını yitirmesine neden oldu. Şaron’un şiddet yanlısı politikaları ve Filistin tarafında ılımlı kanadın sistematik olarak zayıflatılması, başından beri İsrail ile müzakerelere karşı çıkan, İsrail’e karşı şiddete dayalı direniş yürüten Hamas’ın yükselişini beraberinde getirdi. Şaron, 2004 yılında Arafat’ı etkisizleştirdi (Filistin’deki yaygın kanıya göre suikast düzenledi), Gazze’de Hamas’ın lideri Şeyh Yasin’i ardından da Abdülaziz Rantısi’yi ortadan kaldırdı. 1967’den beri işgal altında tuttuğu Gazze’den çekildi. İsrail’de müzakereleri reddeden “tek taraflılığı” hâkim kılan bir anlayış yerleştirdi ve bunun için Kadima partisini kurdu. Barış sürecini derinlere gömdü. Bu siyasi mühendisliği yaptıktan sonra kendisi de rahatsızlanarak siyaset sahnesinden çekildi. Denilebilir ki bugün İsrail-Filistin sorunu Şaron’un tasarladığı bir şiddet döngüsünün içine sürüklenmiştir.
Şaron’un arkasında olduğu bu yapılanmanın, Filistin’deki karşılığı 2006 yılında, Batı’da terörist kabul edilen Hamas’ı demokratik bir seçim sonucunda iktidara taşıdı. Amerikan yönetimini de peşine takan İsrail, uluslararası gözlemcilerin raporlarına “demokratik” olarak geçen seçimin sonucunu tanımayarak, Hamas’a siyasallaşma şansı vermeyerek, aceleyle Hamas’ı meşruiyet zemininin dışına itmeye çalıştı. Kendi ülkelerinde benzer bir şekilde herhangi bir İslami hareketin iktidara gelmesinden çekinen Arap rejimleri de Hamas’ın daha ilk günden “aforoz edilmesine” göz yumdu.
Bugün tartışmalara yol açan Gazze’ye abluka böyle başladı. O günlerde İsrail’in amacı, Gazze’nin dış dünyayla bağlantısını kesmek, Hamas’ın meşruiyet kazanmasını engellemek ve Filistin halkının yokluklardan dolayı Hamas’ı suçlamasını sağlayarak örgütü zayıflatmaktı. Tabii bu politikanın işe yarayacağını düşünmek Filistin halkını hiç tanımamak demekti. Çünkü abluka, İsrail’in beklentilerinin aksine Filistin halkını Hamas’a daha da yaklaştırdı. Bu baskıya bir süre direnen örgüt ise uzun süre bağlı kaldığı ateşkesi, İsrail’in plajda piknik yapan bir aileyi bombardımanla öldürmesi sonucu bozdu.
Şiddetin tırmanışı, Filistinli grupların İsrail askeri Gilad Şalit’i esir alması, üst üste gelen İsrail saldırıları, Filistin’de yönetimin bölünmesi, El Fetih-Hamas çatışması, Filistinli grupların İsrail’e füzeler fırlatarak tacizi sürdürmesi bölgede “düşük yoğunluklu savaş” konseptinin yerleşmesine yol açtı. Bugün İsrail yönetimi, Şaron’un uygulamaya koyduğu, “tek taraflılık” ve “düşük yoğunluklu savaş” politikasını uyguluyor ve bunu değiştirecek gibi de görünmüyor.
Tabii bu politikanın devamı Gazze’de büyük bir insani kriz yaşanmasının başlıca sebebi. İsrail “bölgeden çekildik” demesine karşın Gazze’nin boğazına sarılmış durumda. Bir buçuk milyon Filistinli tamamen dışarıya bağımlı yaşıyor. Mısır’dan kaçak yollarla giren mallar karaborsa fiyatlarla insanlara ulaşıyor. İşsizlik had safhada. Balıkçılık bile İsrail donanmasının izin verdiği ölçüde, namlunun ucunda yapılıyor.
İşte böylesine bir ortamda ablukayı delmek, Gazze’ye insani yardım götürmek için Türkiye’den yola çıkan, birçok ülkeden barışseverlerin katıldığı yardım filosu, İsrail komandolarının saldırısıyla Akdeniz’in ortasında büyük bir felaket yaşadı. 31 Mayıs sabahı meydana gelen ve 9 sivilin ölümüyle sonuçlanan bu baskının doğurduğu sonuçlar açısından kritik önemde olduğu tartışılmaz bir gerçek. Mavi Marmara baskınından sonra Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İsrail’in kanlı baskını Gazze’ye abluka politikasını temelinden sarsmıştır. İsrail’in Filistin halkını kuşattığı kadar kendisini de yalnızlaştıran, zora sokan bu politikayı sürdürmesinin mümkün olmadığı artık Moskova’dan Washington’a kadar tüm dünya başkentlerinin malumu oldu. Bu olay, Ortadoğu’daki 20 yıllık Türk-İsrail ittifakını temelinden sarstı. Filistin sorununa sırtlarını çeviren Arap yönetimlerini harekete geçmeye zorladı. İsrail’de barış yanlıları ülkedeki hâkim anlayışı değiştirmek için daha fazla bekleyemeyeceklerini anladı. Bölgede dengeler değişmeye başladı.
Mavi Marmara olayı kuşkusuz önümüzdeki yıllarda hem siyasetçiler hem de akademisyenler tarafından incelenecek ve irdelenecektir. O sabah orada neler yaşandığı, olayların tırmanışında, ölümlerde kimin ne kadar sorumluluğu bulunduğu, kimin haklı kimin haksız olduğu enine boyuna tartışılacaktır. Olayın sıcaklığı ile oluşan toz bulutu dağılıp, ortalık yatıştığında her şey çok daha net görünecektir.
Elinizdeki bu kitap, Mavi Marmara gemisine gazeteci kimliğiyle binen bir muhabirin yaşadıklarını birinci ağızdan anlatan bir eser. Bu yönüyle, bu toz bulutunun dağılmasına, olaylara açıklık getirilmesine katkıda bulunacağına kuşku yok. Kâbus gibi 4 gün geçiren, yaşadığı travmaya rağmen büyük bir sorumluluk örneği göstererek kısa zamanda yaşadıklarını kaleme alan, önemli bir gazetecilik başarısına imza atan Mediha Olgun, gemiye binişinden olayların patlak vermesine, İsrail cezaevinde geçen günlerinden neler hissettiğine dair her şeyi bir gazeteci disipliniyle anlatıyor. Tarihin önemli bir dönemecine ışık tutuyor.
BORA BAYRAKTAR
ATV Dış Haber Editörü
Kültür Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Öğretim Görevlisi
Gazeteci-Yazar
MAVİ MARMARA’YA NASIL BİNDİM?
Ortadoğu’ya olan ilgim yeni değil… Avrupa ve Amerika’nın ışıltılı caddelerinin, gökdelenlerinin, rengârenk dük-kân tabelalarının görüntüleri yerine, Ortadoğu ülkelerindeki ‘yoksulluğun soldurduğu renkler’ dikkatimi çekmiştir. Hayata ‘bir fotoğraf makinesinin objektifinden’ baktığınızda solmuş kök kırmızılar, yeşiller ve mavilerin hüküm sürdüğü, kara yüzlü çocukların ve siyah örtülerin altına gizlenen kadınların bulunduğu bu coğrafya eşsiz olanaklar sunar size. Son on yıl içinde, Suudi Arabistan, Suriye ve Mısır başta olmak üzere her fırsatta kendimi o bölgedeki ülkelerden birinde bulmamın da tek nedeni budur…
Defalarca yanından yöresinden geçip üzerinden uçtuğum halde hiç gitmediğim, silahların ve bombaların gölgesinde tüm dünyanın sessizce baktığı Filistin, Ortadoğu’nun “en uç noktası”ydı bana göre. O topraklar üzerinde 1948 yılında ‘devlet içinde devlet’ kuran İsrail vahşet saçtı yıllar yılı… Filistin halkı için ben doğmadan yıllar önce başlayan dram hız kesmeden devam etti senelerce. Kundaktaki bebekler dahil, binlerce insan öldürüldü Filistin toprakları üzerinde. Bugün bu “gariban” ve yalnız ülke 165 okulu yıkılmış, yüzde doksanı tahrip edilmiş, onlarca evi kullanılamaz hale gelmiş, elektriği suyu olmayan 4.5 milyonluk büyük bir cezaevi gibi. Filistin; uluslararası diplomasi ve politikalar söz konusu olunca kimse İsrail’i karşısına almak istemediği için neredeyse tüm dünyanın terk ettiği çaresiz bir ülke benim için.
Hep merak ettim, bir halk yıllar yılı böyle bir vahşete nasıl dayanır diye… Anneleri merak ettim, işsiz güçsüz, parasız çocuklarıyla ortada kalakalan… Çocukları merak ettim, bomba sesleriyle büyümüş, en az onlarca ölüm görmüş … Evleri merak ettim, roketatarlarla yıkılan, vurulan, yıllar öncesinin mermi izini üzerinde taşıyan… Sokakları merak ettim, çarşı pazar savaşa nasıl hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olabiliyor diye… Silahların gölgesinde süren hayatları merak ettim Filistin’de …
Filistin’le ilgili beynimde dönüp dolaşan bunca şeyin arasında İnsan Hak ve Hürriyetleri Vakfı (İHH) ile tanıştım. Dünyada The Foundation For Human Rights and Freedoms and Humanitarian Relief olarak bilinen İHH eylemler yapıyor, çeşitli şekillerde yardım ulaştırmaya çalışıyordu Filistin’e. Yardımları taşıyan konvoylardan birine gazeteci olarak katılmak Filistin topraklarına ulaştıracaktı beni. İlk olarak İHH’nın 2009 yılındaki Gazze konvoyuna katılmak için müracaatta bulundum. Vakıf bu organizasyonda Filistin’e karadan yardım için harekete geçmişti. Başvurular başladığında Hac dönemini takip etmek üzere Suudi Arabistan’da olduğum için ne yazık ki geç kalmıştım. İstanbul’dan adım adım izledim konvoyu… Suriye’de ve Ürdün’de coşkuyla karşılanan konvoy, Mısır engeline takılmıştı. Silahların konuştuğu ve yaralananların olduğu olayların ardından konvoy yine de amacına ulaşmış ve Gazze’ye girebilmişti… Yeni yılla birlikte hemen İHH’yı arayıp ne zaman Gazze’ye gideceklerini sordum. Beklediğim yanıt Mayıs ayı başında geldi. Antalya’da bir iş seyahatindeyken arayan Haber Koordinatörüm Şaban Arslan, “Gözün aydın, gidiyorsun Gazze’ye hem de gemiyle,” dedi ve hazırlıklara başladım.
Gemiyle gideceğimizi öğrendiğimde hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum; daha doğrusu ürktüğümü… Geçen yıl Gazze sınırında yaşanan arbede denizin ortasında yaşanırsa ne olur diye geçirdim içimden ve gözlerimin önünde beliren sahneler hiç hoş değildi doğrusu. Gemideyken kaçabileceğiniz bir yer yoktu ve yardımımıza gelecek kimse de… Dolayısıyla ‘denizin ortasındaki yalnızlık duygusu’ haftalar öncesinden esir aldı beni…
İçimde bu korkuyla birlikte bilgi toplamaya ve hazırlık yapmaya başladım. Geminin adı Mavi Marmara’ydı; 1.8 milyon dolarlık bir kısa yol gemisiydi bu. İHH bu gemiyi Gazze’ye yardım götürebilmek için satın almıştı. Daha önce Marmara Adası – Avşa Adası seferlerinde kullanılmış İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şirketi İDO A.Ş tarafından. 1080 yolcu kapasiteli geminin seyir hızı yaklaşık 16 deniz mili/saatti.
Günler geçtikçe seyahatle ilgili ayrıntılar da netleşiyordu… Örneğin hiçbir ülkeden vize alınmayacak, sadece pasaport süreleri uzatılacaktı. Oysa karadan giderken Mısır vizesi alınmıştı. O dönem Mısır, önce kendi toprakları üzerinden Gazze’ye geçişe izin vereceğini söylemiş, sonra konvoyun girişini yokuşa sürmüştü. Mısır’ın İsrail’den yana tavır sergilemesi de ilk değildi. Mısır’dan Gazze’ye açılan Refah Kapısı bu nedenle dönem dönem kapatılmıştı. Şimdi ne Mısır ne de İsrail vizesi vardı. Bu da iki önemli Gazze kapısının yol boyu bize kapalı olduğu anlamına geliyordu… Gazze karasuları da İsrail tarafından kapatıldığına göre, “açık denizde bekleyip bekleyip döneriz,” diye düşündüm… Ya da son dakika Mısır üzerinden Gazze’ye de alınabilirdik… En fazla aç susuz kalırdık ya da İsrail askerleri profesyonel bir operasyonla gemimizi basar, herkesi rehin alır, üç gün cezaevinde tutup geri gönderirdi Türkiye’ye… İHH yetkilileri yolculuk süresiyle ilgili net bir bilgi veremiyordu. Tahminler değişiyor, yolculuk süresi bazen 10 gün, bazen bir hafta, bazen de bir ay diye düşünülüyordu.
Zaman zaman İHH yetkilileri tarafından atılan e-postalarla organizasyonun ayrıntılarını öğrenmeye başladım. Yanımıza neler almamız gerektiği anlatılıyordu bu e-postaların birinde… E-postalar gemide hangi koşullarda yolculuk yapacağımız konusunu aydınlatması açısından önemliydi. Yanımıza battaniye, uyku tulumu, kişisel temizlik ürünleri, atıştırmalık gıdalar almamız isteniyordu. İHH Basın Danışmanı’na, “Neden tüm bunlar?” diye sordum… Hayatımda hiç uyku tulumunda yatmamış değildim ama denizin ortasında kamaraları