Edebiyat tarihinin en sinsi ve kötü karakterlerinden biri olarak karşımıza çıkan Raskolnikov bile sonunda eline geçirdiği ilk fırsatta gerçek sevginin ne olduğunu öğrenecektir. Ayrıca Hristiyan inancına dayalı varoluşçuluğun izlerini de bulacağımız romandaki ana düşünce özgürlüktür, daha doğrusu, insanın nasıl özgürleşebileceği, Rusya’daki hayatı, “Suç ve Ceza”da hiçbir meslektaşının yapamadığı kadar canlı aktarmıştır. Yoksul üniversite öğrencileri, ailesi tarafından fuhuşa zorlanan kadınlar, küçük burjuvaların vurdumduymaz ve boş hayatları, polis devletinin yarattığı korkular.
Ortalığı kavuran bir Temmuz yazının akşamı… Genç adam “S… sokağındaki pansiyonundan dışarıya çıktı. Sanki bir tereddüt hakimdi delikanlıda. Aynı tereddüdü yaşayan ayaklan onu yavaş yavaş “K…” Köprüsüne doğru götürmeye başladı.
Onun için en büyük tehlike ev sahibi kadınla burun buruna gelmekti. Ama bu tehlikeyi kolayca başından savmıştı. Beş katlı bir apartmanın tavan arasında kalıyordu. Küçücük bir gözdü dairesi. İlk görende bir odadan çok bir dolap izlenimi uyandırıyordu. Yemek ve hizmet için tuttuğu bir kadınla beraber kalan delikanlının hemen altında ise ev sahibi kadın vardı. Her sokağa çıkışında, istemeden de olsa kadının dairesinin önünden geçiyordu. Evin kapısı anlaşılmaz bir nedenden dolayı sürekli açıktı. Bu onu hep utandırır, sıkıntıyla suratını buruşturmasına sebep olurdu. Doğrusunu söylemek gerekirse biraz korkuyordu da. Çünkü pansiyoncu kadına azımsanamayacak tutarda bir borcu vardı. İşte ondan kaçmasının asıl sebebi buydu.
Bunlara bakarak delikanlıya ürkek ve çekingen demek doğru değildi. O, tam aksine kendine güvenen bir kişiliğe sahipti. Sadece birine aşık olmuş bir tipi andırıyor. Birden parlıyor, hep tedirgin yaşıyordu, Kendi içine öylesine gömülmüş, herkesten öylesine elini eteğini çekmişti ki, yalnız pansiyoncusuyla değil, her karşılaşmalardan korkuyordu. Delikanlı yoksulluğun ağır pençesi altında ezilmişti; ama bu sıkıntılı halinden memnundu sanki. Zorunlu işlerini yüzüstü bırakmıştı, bunlarla uğraşmak bile istemiyordu. Doğrusu ev sahibi kadın, delikanlıya karşı neler kurarsa kursun, onu korkutmuyordu. Ama merdivenlerde durmak, kendisini hiç de ilgilendirmeyen o günün sorunlarıyla ilgili çeşitli saçmaları, kirayı ödeme ısrarlarım, korkutmaları, yakınmaları dinlemek, üstelik bahaneler bulmak, özür dilemek, yalan söylemek… Yok, iyisi mi, kimsenin göremeyeceği biçimde bir kedi gibi merdivenlerden süzülüp inmeliydi.
Ne gariptir ki, pansiyoncu kadından kaçışına, sokakta yürürken kendisi de şaşırdı. Bu duyguyu ilk kez yaşıyordu. Tuhaf bir gülümseyişle: “Ne yaman bir işe girişmek istiyorum, aynı zamanda ne saçma sapan şeylerden korkuyorum,” diye düşündü. “Hım… Evet… Her şey insanın elindedir, in-san bu korkaklık yüzünden ne fırsatlar kaçırıyor… Bu artık bilinen bir gerçek. Merak edilecek bir şey: Acaba insanlar en çok neden korkarlar?.. Herhalde her şeyden çok yeni bir adım atmaktan, kendi söyleyecekleri yeni bir sözden korksa-v 1ar gerek… Ama ben de bayağı gevezelik ediyorum. Gevezelik ettiğim için de hiçbir şey yapmıyorum. Galiba işin doğrusu şöyle: Bir şey yapmadığım için gevezelik ediyorum. Ben gevezeliği bu son günlerde, sürekli bir köşede yatarak ve saçma sapan şeyler düşünerek öğrendim. Peki, şimdi niçin gidiyorum? Sanki böyle bir şey yapmak elimden gelir mi? Acaba bu davranışım ciddi mi? Hiç de ciddi değil. Demek bir hayalle avunuyorum. Oyuncak!… Evet, galiba da oyuncak!”
Caddelerde kavurucu bir sıcaklık hakimdi. Buna insanların itişip kakışmaları, telaşlı telaşlı koşuşturmaları eklenince durum çekilmez bir hal alıyordu. Hele ortalığın kirli hali, inşaatlar, çok körü bir görünüm çizen gecekondular, yoksul Pe-tersburglular’dan yayılan ter kokusu delikanlıyı bu şehirden iyice soğutuyordu. Kısacası bütün bunlar delikanlının zaten bozuk olan sinirlerini birdenbire çok kötü yıpratmıştı. Hele şehrin bu bölgesinde sayıları çok olan meyhanelerin dayanılmaz pis kokuları, iş zamanı olduğu halde, adım başında rastlanan sarhoşlar, tablonun iğrenç ve gamlı rengini tamamlıyordu.
Delikanlının ince yüz çizgilerinde derin bir tiksinme duygusu bir an belirip kayboldu. Sırası gelmişken şunu da söyleyelim ki, delikanlı, olağanüstü güzel kara gözleriyle, esmer yüzüyle, ortadan biraz uzunca boyu ile ince ve biçimli vücuduyla çok yakışıklı bir gençti. Ama çok geçmeden derin bir düşünceye dalar gibi, daha doğrusu, kendini unutur gibi oldu. Artık çevresinde olup bitenleri ayırt edemeyerek, ayırt ermesini de istemeyerek, yoluna devam etti. Ancak arada sırada, şimdi kendi kendine itiraf ettiği gibi, kendi başma konuşmak alışkanlığıyla, bir şeyler mırıldanıyordu. Zaman zaman düşüncelerinin karıştığını, vücutça gücünü yitirdiğini, şu anda, kendisi de fark etti. Ağzına hemen hemen hiçbir şey koymayalı bugün ikinci gün olmuştu.
Üzerinde çok kötü bir kıyafet vardı. Normal zamanda böyle pejmürde giyindiği hiç olmamıştı. Onun için kötü giyinmek utanılması gereken bir şeydi. Bereket versin, burası öyle bir semtti ki, kimse kimsenin kılık kıyafeti ile ilgilenmezdi. Petersburg’un bu merkez semtinin cadde ve sokaklarına fazlaca doluşmuş olan işçi ve esnaf tabakası, bazen genel görünüşe öyle tiplerle renk katardı ki, yabancı yüzlü birine rastlandığı zaman şaşırmak bile gerçekten tuhaf kaçardı. Ama delikanlının ruhunda öylesine haince bir küçümseme duygusu birikmişti ki, bazen çocukluk derecesine varan bütün alınganlığına rağmen, şu anda en az utandığı şey, sirtodaki paçavralardı. Tabii bazı dostlarına ve genel olarak karşılaşmaktan hoşlanmadığı eski arkadaşlarına rastladığı zamanlar iş değişirdi. Oysa bu sırada, iri bir atın çektiği büyük bir yük arabasına bindirilip bu saatte nereye ve niçin götürüldüğü belli olmayan bir sarhoş, yanından geçerken, eliyle kendisini göstererek, birdenbire avazı çıktığı kadar: “Hey, sen, Alman şapkalı!” diye bağırdığı zaman, delikanlı birdenbire durmuş, sinirli bir davranışla şapkasını tutmuştu. Bu şapka Zimmermann’dan satın alınmış, yüksek, yuvarlak, ama kullanıla kullanıla eskimiş, solmuş, delik deşik olmuş, leke içinde, kenarsız bir şapkaydı, üstelik çok çirkin bir köşe meydana getirecek biçimde yana sarkmışta. Ama delikanlıyı utanç değil, korkuya benzer bambaşka bir duygu kapladı. Heyecanla:
– Ben zaten biliyordum, diye mırıldandı. Zaten aklıma da gelmişti. Bu hepsinden kötüsü!.. İşte böyle saçma, böylesine anlamsız bir şey, her işi altüst edebilir. Evet, göze çok batan bir şapka. Gülünç olduğu için göze batıyor. Benim şu paçavralara herhalde bir kasket gerek. Hattâ eski püskü bir şey de olsa olur, yeter ki bu mendebur olmasın!.. Kimse böyle bir şapka giymiyor. Bu şapka bir verstlik yoldan fark edilir ve hatırda kalır… En önemlisi, sonradan, hatırlanır. İşte sana bir ipucu!.. Bu işte elden geldiğince az göze çarpmalı… Ufak tefek şeyler, ama önemli olanı da bu ufak tefek şeylerdir… Her zaman, her şeyi mahveden işte bu ufak tefek şeylerdir.
Öyle uzak bir yere gitmiyordu. Hatta eviyle buranın kaç adım sürdüğünü bilecek kadar da bellemişti yolu. Topu topu yediyüz otuz adımdı. Bir süre önce adımlarım saymışta. Hem de kurduğu hayallerle beraber. Bu hayallerin hiçbir değeri yoktu gözünde. Gerçekleşmeyeceğine inandığı bu düşler onun dünyasını allak bullak etmeye yetip de artıyordu bile. Aradan geçen bir ay dünyasını biraz daha değiştirmiş, kendi kendine konuşmaya başlamıştı. Kendisini kararsızlıkla, korkaklıkla suçluyor, arada bir o eski uğursuz hayalleri yine beynine yayılıyordu. Daha kötüsü bunları neredeyse kendi niyet ve planı saymasıydı. İşte şu anda bu temelsiz planlarının bir provasını yapmaya gidiyordu, yolları arşınladıkça heyecanlanıyor, duygularım frenleyemiyordu.
Kalbi durarak, sinirden titreyerek, bir yanı kanala, öbür yanı “…” sokağına bakan çok büyük bir binaya yaklaştı… Küçük küçük dairelerden kurulu olan bu evde, terziler, çilingirler, aşçı kadınlar gibi birtakım esnaf, çeşit çeşit Almanlar, sokak kızları, küçük memurlar ve daha buna benzer birtakım kişiler oturuyordu. Evin iki kapısından ve avlusundan girip çıkanların gürültüleri hiç eksik olmuyordu. Burada üç ya da dört kapıcı çalışıyordu. Delikanlı bunlardan birine rastlamayınca çok sevindi ve kimseye görünmeden, ana kapıdan geçerek, sağdaki merdivene sapıverdi. Merdiven, karanlık, dar bir “servis” merdiveniydi. Ama o, bütün bunları incelemiş ve öğrenmişti, bütün bu haller hoşuna gidiyordu. Bu karanlıkta meraklı bir insan bakışı bile tehlikesizdi. Dördüncü kata çıkarken elinde olmayarak: “Ben şimdi böyle korkarsam, bir fırsatını bulup da asıl işe giriştiğim zaman ne olacak?” diye düşündü. Burada, bir daireden eşya çıkarmakta olan asker emeklisi hamallar yolunu kesti. Memur bir Alman’ın, ailesiyle birlikte burada oturduğunu daha eskiden öğrenmişti: “Demek Alman gidiyor, dördüncü katta bu merdiven yönünde ve bu sahanlıkta, şimdilik içinde insan bulunan yalnız kocakarının dairesi kalıyor… Oh, çok güzel… Her ihtimale karşı… diye, tekrar düşündü ve kocakarının kapısını çaldı. Çıngırak, sanki bakırdan değil de tenekedenmiş gibi, hafifçe çınladı. Bu gibi evlerin böyle küçük dairelerinde çıngıraklar hemen hep böyle çalar. O, bu çıngırak sesini unutmuştu bile… Şimdi bu özel çıngırak sesi, ona birdenbire bir şeyler hatırlatmış, açıkça bir şeyleri gözünün önüne getirmişti. Zangır zangır titredi. Sinirleri bu sefer iyice gerilmişti. Bir süre sonra kapı hafifçe aralandı, evde oturan kadın, kapının aralığından, geleni, belli bir kuşku ile süzüyor ve yalnız, karanlıkta ışıldayan gözleri görünüyordu. Ama sahanlıkta birçok kişinin bulunduğunu görünce yüreklendi, kapıyı ardına kadar açtı. Delikanlı, kapının eşiğinden adımını atarak, tahta perdeyle küçük bir mutfaktan ayrılan karanlık bir hole girdi. Yaşlı kadın hiçbir şey söylemeden karşısında duruyor, sorgu dolu bakışlarla kendisine bakıyordu. Kuru, ufak tefek, altmış yaşlarında, keskin, hain bakışlı, küçük sivri burunlu, başı açık bir kocakarıcıktı bu…