Sonbahar akşamıydı. Bir kadın, ahmakıslatan altında yürüyor, yürürken de bir şeyler mırıldanıyordu. Ne söylediği tam olarak anlaşılmıyordu. Mürekkebi cansız bir dolma kalemin, kâğıt üzerinde ilerleyişinden farksızdı söyledikleri; belli belirsiz, anlamsız…
Bir an için rüzgâr sustu, dalgaların dövdüğü kayalıkların çığlıkları da kesildi ve bir kelime çok net duyuldu: “VAZGEÇMEYECEĞİM!” Anlamsızlaşan hayatında tek anlam yüklü olan bu yürüyüşün ana fikri sayılabilecek bu kelime, Zeynep’in kararlılığını apaçık ortaya koymuştu; vazgeçmeyecekti.
Boş bir durakta hiç gelmeyecek bir otobüsü beklemekten farksız yaşamanın gereksizliğinin farkına vardığından itibaren şu an bulunduğu noktaya gelmesi sadece birkaç dakikasını almıştı; ama kendi evreninde bu birkaç dakika yıllara denkti. Yürümeye ve kendisiyle konuşmaya devam ediyordu.
Konuşurken, kendisini bazen azarlıyor bazen de teselli ediyordu. Tarafların ikisinin de kendisinin olduğu bir kavgadaydı sanki. Kâh tokat darbesi alıyor; kızıyor, sinirleniyor, hiddetleniyor… kâh tırnaklarıyla karşısındakinin yüzünü çiziyor, kanatıyor; keyifleniyordu… ama sonuçta yorgun düşen ve bir şekilde yine hep kaybeden kendisi oluyordu.
Kazandıkça kaybediyorum kendimi ve kaybettikçe kazanıyorum seni… Akıl adında çıkmaz bir sokağa girmişti sanki; kördüğüm olmuş düşüncelerinden bir çıkış yolu arıyor, içindeki çokbilmişin sonu gelmek bilmeyen sorularına da cevaplar vermeye çalışıyordu. Cevap bekleyen o kadar çok soru vardı ki aklında; hangisini aramalıydı, hangisinin peşinden koşmalıydı, o da bilmiyordu.
Hangi ayık kafalı bir yudum verebilir elindeki kırık şişeden ve hangi zengin çocuk bir kuruş verebilir delik olan cebinden… Son zamanlarda yaşadığı inişli çıkışlı hayat, kendisini ürkek ve çekingen bir ruh haline sokmuştu. Gölgesinden bile korkar olmuştu. Yaşadığı bütün o olaylar, üzerine deli gömleği giydirilmiş ve ağzının da sıkıca mühürlendiği hissine kapılmasına sebep olmuşlardı; elleri ve kollarının yanı sıra aklı da bağlanmıştı sanki; sağlıklı düşünemiyordu.
Hiçbir şeyden tat alamıyor; neyi, niçin yaptığının ayırtına varamıyordu. Varlık ile yokluk ince bir çizgi ile ayrı / Varsa-yoksa umut; yaşatır-öldürür insanı… Sona yaklaştığını hissedebiliyordu. Tek bir seçeneği olduğunun da farkındaydı. Şu anda elinde tuttuğu tek şey koskocaman bir hiçti ve İlahi inancının ona yasakladığını bir kenara atıp, kendi yaşamının fişini kendisi çekmek için yürümüştü, yürüyordu ve yürüyecekti…
Her şey, ay ince bir hilalken ve karanlık, bu yarım kürede dünyayı ele geçirmişken başladı. O gece bir hayat söndü, bir hayat çalındı ve bir hayat da altüst oldu. Her insan biraz çalgıcıdır hayatta. Kimileri saz çalar hayattan tat alır, kimileri baş çalar hayattan intikam alır. Her insan biraz çalgıcıdır hayatta ve insan en çokta kendi hayat orkestrasının zaman hırsızıdır…
O gece Zeynep’in hayatının film şeridinde bir şeyler koptu ve Zeynep o geceyi tekrar tekrar çekti, oynadı, montajladı; fakat sonuç hiç değişmedi. Son, belki de bu filmin ilk karesi / Ya film şeridi kopar ya da makara da film biter / Ya ayrılık ya da ölümle biter… Değişen sadece dekorlar, sesler ve replikler oldu. Ama Zeynep asla sonuca etki edemedi.
Düşüncesindeki aptal ve lakayt konuşmacıyı susturmak için yüksek sesle manalı manasız bir şeyler söylemeye devam ederken, rıhtımdan epeyce uzaklaştığını fark etti. Çay bahçelerinin ışıklarını da göremiyordu artık. Şöyle bir etrafına bakındı, kimseleri göremedi. Geride bir iz ya da tanık bırakmamak bir katilin en önemli kuralıydı ve Zeynep bir katil adayı olarak, bu kuralı farkında olmadan uygulamıştı. Hem böylesi daha iyiydi.
Kimseyi rahatsız etmeden, bu dünyadan, soğuk ülkelerden sıcak ülkelere göç eden kuşlar misali göçüp gidecekti ama tek bir farkla; onlar gibi çoğul değil tekil bir ruh olarak. Bu düşünce kendisini rahatsız etmiş, ağır gelmişti. Atkısını her şeyi boş verircesine omzuna şöyle bir savurduğunda, sendeledi ve ‘kimseyi rahatsız etmeden’ cümlesini tekrarlaya tekrarlaya, uğultulu rüzgârın yankısına daha sonra da kayalıkları döven dalgaların seslerine kulak verdi.
Onları duyabiliyor, anlayabiliyordu; fakat bunun nasıl olduğu hakkında herhangi fikri yoktu. Bu belki de yaşamla ölüm çizgisi arasındaki o ince bağı kesen o geceden sonra, uykusuz geçen gecelerin sabahlarında aç karna içilen sigaraların dumanları arasından sızan zehirli dakikaların ruhuna işlediği nakış nakış yalnızlığın, halet-i ruhiyesine etkisiydi.
Belki de sadece gaipten gelen ve bir anlamı olmayan seslerdi, kim bilir. Bu hal içerisinde ilerlerken, sahilin sonundaki uçuruma yaklaşmıştı. Şu an yanından geçmekte olduğu bankın, uçurumdan önceki son bank olduğunu fark edince, durdu.
Çünkü bu bank onun için sınırdı; ya o tarafa geçip İlahi sınırı aşacak ya da bu tarafta kalıp, kaderinin kendisine biçtiği mutsuz ömrünü tamamlayacaktı. Ve banka oturup, masallardaki sonların neden hep mutlu sonla bittiğini daha önce neden hiç sorgulamadığını düşündü. Sonra masallardaki mutlu sonların, umutsuz insanların uydurdukları çareler oldukları fikrini, kısmen de olsa beğendi. Hepsinin birer deli saçması olduğunu düşündü; delilerin yazdığı saçmalıklar…
Sonra kendi hayatında hep olmasını istediği mutluluğu elde etmenin zorlukları aklına gelince, masallardaki kahramanlar gibi hayal ürünü olmayı, sonunun hep mutlu biteceğini bilerek yaşamayı düşleyen bir deli gibi olmayı çok istedi. Ama artık hayal etmek için bile çok geçti onun için. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu.
Düşündükçe her şey daha da zorlaşıyordu. İyi ya da kötü, her türlüsünü unutmak istiyordu anılarının… Uzaklaşmak, kaçmak, kurtulmak istiyordu yirmi sekiz yıllık bedenini sarmalayan bu hayattan artık… Öyle bir düş ki beni benden alıp sana katmakta / Öyle bir düş ki bana hep seni hatırlatmakta… Bir an için başını geldiği yöne çevirdi. Kaşlarını çattı.
Gözlerini kısıp, uzunca baktı. Belki ilk sevdiği adamın siluetini, belki kızının kendisine doğru koşuşunu, belki de onu bu kararından vazgeçirecek herhangi bir şeyi görmeyi arzuladı; ama ardındaki karanlıkta, soluk sokak lambalarından başka hiçbir şey göremedi.
O an hüzün öyle ağır bastırdı ki ölmekte olan bir canlının başına üşüşen akbabalar gibi en karanlık bulutlar dolaşmaya başladı Zeynep’in gözlerinin etrafında. Yoğunlaşan ve daha fazla dayanamayan gözyaşları, göz çukuru kıyısında birikmeye başladılar ve bir şelale olup yanaklarından dökülmeye başladılar.
Mavi gözlerinden akan siyah boyalar, yanaklarında, bir insan ömrünün çetrefilli yolarını en yalın fırça darbeleriyle resmetmişlerdi. Bu tabloya bir isim vermek gerekirse, o ‘Hayatın Gözyaşları’ olmalıydı. Gözlerimde boyalı bir şehir / Yalnızlığa bir ben bir de bu şehir esir / Yalnızca sendin gözlerime tesir / Söz geçiremediğim gönlüm önünde diz çökmüş bir esir…
Zeynep nemli gözlerini kapadı ve ufukta, karanlığın içerisinde ya da ardında batmış olan güneşi hayal etti; başarmıştı. Şu anda başka bir yerde güneşin doğuşunu seyreden bir başkasının ne hayal ettiğini düşündü ve eğer Zeynep’e ‘Son dileğin nedir?’ diye sorulsa, cevabı ‘Herkesin hayallerinin gerçekleşmesini istiyorum.’ olurdu. Umudunu kaybetmiş birisinin son isteğinin bu kadar umut verici olması ironi değil de neydi?